30 Aralık, 2017

Hayvan Sahiplenmek


uzun bir süredir kedilere, köpeklere takık vaziyetteyim. kötü anlamda değil elbette pozitif anlamda. etrafda gördüğüm zaman acayip keyifli hissediyorum. varlıkları beni mutlu ediyor. sokakta onları görmek bile huzur verebiliyor. yalnız bu son birkaç yıldır bende olan bir his. daha öncesinde sokak hayvanlarından korkuyordum sanki, tam emin de değilim onlara karşı ne hissettiğimden ama bugünkü gibi bir hissiyatım yoktu. bu his, son birkaç yıldır içine girdiğim yalnızlaşmayla beraber başladı aslında. sanırım koşulsuz sevgi sadece hayvanlar tarafından var. buna gerçekten inanıyorum. 

kedilere ve köpeklere uzun süredir ilgimden ötürü birçok sosyal ağ takip ediyorum; hayvan sahiplendiriyorlar. bir yandan içlerinden bir tanesini sahiplenmek istiyorum ama bir yandan da acaba yapabilir miyim, bakabilir miyim düşüncesi içimi kemiriyor. çünkü birçok hayvan daha önce sahiplenilmiş ama belirli sebeplerden tekrar sahiplendirilmek isteniyor. kimi insan bakamıyor, kimisinin çocugu oluyor köpeği evde istemiyor, kimisinin ev durumu değişebiliyor... bu durumda olmak istemiyorum. sahiplendiğim bir hayvanı daha sonra bırakmak zorunda kalmayı istemiyorum. karşılaştıgım zorlugu onunla birlikte atlatabilmek istiyorum. bir uzuv gibi, bir çocuk gibi... önümde bir yıllık zaman dilimi var geçirmem gereken. bir yandan da düşünmek için ortam olacak. bu süre sonunda hayvan sahiplenme hususunu daha ayrıntılı düşünüp, karara varacağım.

29 Aralık, 2017

2017'de Ne Dinledim?


son yıllarda spotify ile haşır neşir olsam da tanışıklığımız epey eskiye dayanıyor. günlerden bir gün can sıkıntısından chatroulette'e girmiştim, şu anda adını bile hatırlamadıgım birisi denk gelmiş konusuyoruz. muhabbet müziğe gelince, bir program var çok iyi demişti. türkçe şarkıların pek olmadıgını da eklemişti. ilk o zaman bilgisayara indirmiştim ama bir ton gereksiz programdan birisi olarak görüp daha sonra silmiştim. tabii yıllar sonra spotify popüler oldu, müziği seven herkesin telefonuna, bilgisayarına girdi. ben de iki-üç yıldır iyi kötü kullanıyorum.

spotify, yıl sonu ne dinlediğini gösteren bir uygulaması var. severim böyle işleri. insan koca yıl neler yaptıgını görünce heyecan duyuyor. benim de ne dinlediklerim görseldeki gibi. nazan öncel'i bu kadar çok dinlediğimi tahmin etmiyordum. en sevdiğim mğzik türü olarak da türkçe rock demiş ama bu konuda da sanırım spotify ile aynı fikirde değilim. diğer şarkılar ve sanatçılar aslında beklediğim gibi denilebilir. en sevdiğim şarkıların listesi de aşağıda...


28 Aralık, 2017

Call Me By Your Name


film, vizyona girdiğinde twitter'da takip ettiğim birkaç kişi filmi epey övdü. hatta içlerinden biri 2017'de izlediği en iyi film oldugunu iddia etmişti. haliyle ben de epey merak etmiştim ama bir türlü torrente düşmüyordu. geçenlerde torrente düşünce altyazı da hemen çevirilince oturdum izledim.

filmle ilgili ekşi sözlükte şöyle bir yorum okudum: "eğer bir kadın-erkek aşkı anlatılmış olsa bu kadar etkileyici olmazdı." tam olarak böyle düşünüyorum. iki gay aşkı anlatılıyor. naif bir film. bu sene 2017 yapımı çok film izlemedim ama izlediğim filmler arasında en sevdiklerimden oldu. özellikle babanın oğluna yaptığı konusma izlediğim en güzel şeylerden bir tanesiydi. aile denilen şeyin bir insan için ne kadar önemli oldugunu, insanın hayatına nasıl etki edebileceğinin kanıtı niteliğinde; hayata insanı 3-0 önde başlatabiliyor. iyi bir ailede yetişmek, insanı hayata karşı daha hazırlıklı kılıyor.

film, insanı mutlu mutlu mu ediyor yoksa mutsuz mu emin değilim. spoiler olacak ama kavuşamamak tarafı mutsuz edebiliyor ama elio aslında o kadar da mutsuz değil. son sahnede, şömine karşısında onu gördüğümüzde yüzündeki şey mutsuzluk değil gibi, farklı bir duygu. adı konamayan, varsa bile türkçede adını bilemediğim bir duygu hissettiriyor.

26 Aralık, 2017

Dunkirk


ilk fragman yayınlandıgında ilgimi çekmişti, izlemek istiyordum ama fırsatım olmamıştı. daha sonra torrente düşmesini bekledim. torrente de düştükten sonra yeni fırsat bulup izleyebildim. sevdiğim film oldu. gerçek bir hikayeye dayanması, ikinci dünya savaşının seyrini değiştiren bir hikaye olması filmi başlı başına ilgi çekici yapıyor.

filmi izledikten sonra millet neler yazmış bakayım dedim ama bir hayli sevmeyeni gördüm. yeni dünya vurgusu yapılması bazı izleyenler tarafından beğenilmemiş. propaganda filmi olarak görenler var. ben takılmıyorum bunlara. film öyledir ya da değildir, bilmiyorum. kör göze parmak olmadıgı sürece  propaganda amaçlı olması bende rahatsızlık yaratmıyor. hatta hak bile verebiliyorum. neticede bu işleri yapanların da bir milliyeti var ve kendi ülkeleri için iş yapmak istemeleri son derece doğal. sinemanın bu işler için kullanılması yeni değil.

25 Aralık, 2017

Martin Eden

bu kadar güzel bir kitabı keşke hayatımın başka bir döneminde okumus olsaydım. zaman zaman izlediğim ya da okudugum şeylerle ilgili bu hisse kapılıyorum. içinde bulundugum durumda tüketmek bana iyi gelmiyor, sanki eserin hakkını verememiş gibi hissediyorum. yine de şu zamanda okumama rağmen beni epey etkileyen bir kitap oldu. insanların değişim süreçlerini severim. belki de yol hikayelerini sevdiğim için, süreçleri de seviyorum. martin eden'ı hayatımın başka bir döneminde umarım tekrar okuma çalışkanlıgını gösterebilirim.

05 Aralık, 2017

Nelyubov


andrey zvyagintsev'in yönetmenliğini yaptığı rus yapımı bir film. epey popüler olan diğer iki filmini de izlemiştim, onlar da harikaydı. bu film de harika. konu rusya'dan; boşanma arefesinden olan bir çiftin çocuğu kaybolur ve olaylar gelişir.

rusya'ya hiç gitmedim. sadece okudugum birkaç klasik var, ruslar ve rus toplumu hakkında bilgim oradan geliyor ama bana rusya'yı betimlememi isteseler herhalde bu filmdeki gibi anlatırdım. rusya deyince birçok insanın aklına güzel kadınlar geliyor. kadınlar harika ama benim aklıma kasvet ve mutsuzluk geliyor. filmde de herkes mutsuz, mutluyken de mutsuzlar. filmde mutlu olan tek kişi var o da portekiz'den skype bağlantısıyla babasıyla konusan genç kız. onun dısında kimse mutlu değil. kar, kış, soğuk, basık hava... insanın orada herhalde mutlu olabilmesine imkan yok. 

burası spoiler olacak. filmin sonlarında aslında hem anne hem de baba istediği hayata kavusuyorlar ama o zaman da mutlu değiller. çocugu birbirilerine kitlemye çalısıyorlardı, hatta çözüm olarak yatılı okul, askeriye çözümü bulunmustu ama çocuk komple gidince kendilerini suçlu hissetmeye basladılar. demek istediğim şu aslında, bazen varlığı bize eziyet olan kisiler yok oldugunda, hayatımızdan çıktıgında onun eksikliğini hissedebiliyoruz. çocugun tabii hiç suçu yok, olması da mümkün değil ama anne, baba ona alışmış. onların hayatlarını zora da soksa çocuklu yasamaya alışmışlar. mutsuzluk alıskanlık olmus ve o mutsuzluk alıskanlıgı değişince de ayrı bir mutsuz oluyorlar. anne, hayatının erkeğini buluyor, zevk icinde yasıyor ama mutsuz. baba, yeni esiyle, çocuguyla yasıyor ama mutsuz. bunların kaybolan çocukla pek alakalı oldugunu düsünmüyorum. bazen içinde bulundugunuz dünya insana hapis olarak geliyor. filmin sonunda kosu bandıda rusya eşofmanıyla koşan kadının mutsuzulugunun sebebi de rusya bana göre. o rusya eşofmanı, kadının çıkış yolu bulamadığı kasvetli rusya... para içinde yaşasan da seni tatmin etmiyor, kaçamıyorsun, boynuna kadar çekiyorsun fermuarı ve boşa koşmaya başlıyorsun. hiçbir çıkış yok. debelenmeve yorgunluk sadece.

04 Aralık, 2017

Bossa Noga


spotify haftalık keşif listesinden denk geldim bu şarkıya. şarkının adı bossa noga, grubun adı fatima spar und freedom fries. dinlemeden önce ne şarkıdan, ne de gruptan haberim vardı. şarkıyı dinler dinlemez loopa alıp tekrar tekrar dinledim. hartıyorum, bu şarkıyı ilk dinlediğimde sonbahar havası vardı, şu anda kış havası var, yarın daha da soğuk olacak ama bu şarkı bana bahar havası veriyor. hani böyle uzun kış günlerinin ardından güneş açar, havalar ısınmaya başlar, uzun zamandır açılmayan kapı pencere açılır evin içine temiz hava girer, işte o anları hissettirdi bana. aralık ayında baharı, güneşi hissettirdi. farklı dünyalara götürdü. şarkıyı dinlemiyorsun sanki, temiz hava çekiyorsun içine... işte öyle bir şarkı.

Türev


filmin dogma95 akımından oldugu söyleniyor. filmi izledikten sonra bunu öğrendim tabii. izleyene kadar böyle bir akımın varlıgından haberdar değildim. google'da araştırınca hakkında epey bilgi bulunuyor. ışık kullanılmamalı, doğal sesler olmalı, konunun gerçekliği ile alakalı bir takım maddeler bütününden oluşan manifestoları var. teknik olarak sinemadan anlamadıgım için o konulara hiç giremiyorum. bir izleyici olarak kendi çapımda bazı kriterler var; film, bu kriterleri sağladıgığı sürece benim için iyidir.

türev'i sevdim. oyucuları da performanslarını da beğendim. gülçin satırcığlu, bu topraklarda en beğendiğim kadınlardan birisi. filmde de olsa ona yanlış yapılmasını benimseyemedim... altın portakal'da da ödüller almış; en iyi kadın oyuncu ve en iyi film ödülü. samimi bir film. belki de temsil ettiği düşünülen akımdan dolayı böyle olmuştur. kadın erkek ilişkileri, arkadaş ilişkileri güzel işlenmiş. hayatta bunlar var. ortada çok güzel bir ortam varken, bir anda her şey kötü olabiliyor. filmde de esas oğlan söylüyor; iki gün önce sevgilisiyle evlenmek istersen, birden içinde bulundugu duruma şaşırıyor. kendisi bile fark etmiyor o duruma nasıl girdiğini. neticede tabii her şey yıkılıyor. arkadaşlıklar bitiyor, ilişki bitiyor, herkes farklı bir tarafa dağılıyor. hayat ve getirdiği tercihlerin sonucu zaman zaman acımasız olabiliyor.

03 Aralık, 2017

Yılın Kadrosu 2017


sevdiğim işlerden bir tanesidir uefa yılın 11'ini yapmak. her sene seçiyorum ama bu sefer blog olduguna göre seçimleri buraya da ekleyeyim. dizilişi 442 seçtim ama oyuncuları seçerken dikkat etmemişim. ramos sol bek, marcelo stoper olarak gözüküyor. gözden kaçırmışım.

kadroyu seçerken objektif olmama rağmen real madrid'den 6 oyuncu almışım. hatta casemiro da olabilirdi. geçen sezon bana göre takımın en fark eden oyuncusuydu ama tabii real madrid'de o kadar çok kalite var ki; hamal olarak biraz geride kaldı. kusuruma bakmasın artık. onun yerine de bruyne'yi aldım. geçen sezondan ziyade bu sezon, şu anda futbolun en değerli oyuncusu olabilir. 

kalede efsane buffon var. ama onu seçerken romantizm yaptığımı düşünmüyorum. gerçekçi olunca da romantik olunca buffon yılın kalecisine layık.

stoper pozisyonunda ramos yine değişmedi. adam herhalde futbolu bırakana kadar yılın en iyi 11'ine seçilecek. marcelo'da aynı şekilde... diğer stoper için bonucci'yi tercih ettim, sanırım birçok kişi de aynı tercihte bulunacak. genelde pique de seçiliyor ama geçen sezon pique biraz silik kaldı. sağ bek için adayım chiellini oldu. sağ bek oynamıyor, bek pozisyonunda solda oynamıslıgı var ama bir sekilde kadroya dahil etmek istedim onu. 

orta sahaya direkt real madrid'i koyabilirdik. iniesta'nın yaşlanması onu geriye itti. bunun yanında modric-kroos ikilisinin yükselen formu en iyi 11'leri hak ediyor. geçen sezonun madrid prensi asensio olmasa ayıp olurdu. de bruyne ise bu sezon gösterdiği performansla 2017'nin en iyileri arasına girmeyi hak ettiğini düşünüyorum.

ileri ikilide ise messi ve ronaldo var. gerçekte beraber oynasalar nasıl olur diye zaman zaman düşünüyor insan. herhalde futbolu bırkatıklarında bir ihtimal yardım maçlarında görürüz. tabii messi'nin takımı ronaldo'nun takımına karşı olmazsa.

Sophie Scholl - Die letzten Tage


gece uyumudan önce bir izleyeyim dedim, imdb'de watchlist'e bakındım durdum. zaten bir film izlemeden önce yarım saat hangi filmi izlesem diye düşünüyorum. bazen bu süre daha da uzayıp o film senin bu film benim geziniyorum internette ve sonuçta film izleyemiyorum. dün akşam internette gezinirken ekşi sözlük'te almanların rögar kapağı çalışması diye bir başlık gördüm. girdim hemen içeri baktım bir video. izledim yine hayran kaldım. onun etkisinden mi acaba bilemiyorum alman filmi izleyeyim dedim. film ararken de bu filmi gördüm.

almanlarda film yapacak konu bol. aslında bizim memlekette film yapacak konu bol ama bir türlü entrikadan öteye gidemiyoruz. o kadar güzel tema varken yıllarca zengin kız, fakir oğlan işlenmiş. hoş şu anda da pek fark yok. onca güzel konu hala duruyor ama pek işlendiği söylenemez. ya da işlense bile sanırım seyirci bulamıyor. hak yemeyelim şimdi, gayet güzel filmler var.

sophie scholl, die letzten tage, nazi döneminde bir grup üniversite öğrencisinin kurduğu die weisse rose isimli gruptan iki kardeşin hikayesini anlatıyor. başlangıç sahnesinde grup üyelerini görüyoruz ama onlar flm boyunca pek karşımıza çıkmıyor. sadece içlerinden birisini mahkeme sahnesinde görüyoruz. film genel olarak scholl kardeşler etrafında gitse de esas olarak sophie'nin hikayesini anlatıyor. henüz 21 yaşında ve nazilerin en şaşalı dönemde nazi karşıtlıgı yapıyor ve en sonunda yakalanıyor, idama mahkum oluyor. idam demişkin sophie'nin orada söylediği bir söz var bana ahmet şık'ın hapisten çıktıgı zamanki söylediği cümleyi hatırlattı. belki ahmet şık bu filmi izlemiştir ve bu sahnenin etkisinde kalmıştır. belki de ben benzerlik için fazla zorluyorum. sophie, hakimin son sözünüz nedir sorusuna cevaben şöyle söylüyordu: yakında bizim durduğumuz yerde siz duruyor olacaksınız. ahmet şık da, oda tv davası kapsamında yargılanırken, silivri çıkışında bu komployu kuranlar cezaevine girecek demişti. daha sonra bu sözleri için de yargılandı ve beraat etti. şimdi ise yine tutuklu cezaevinde ve yine aynı şey rahatlıkla söylenebilir. umuyorum onu yargılayanlar bir gün onun bulunduğu yerde olacaklar.

insanların muhalif olarak nefes almak için bile zorlandıkları dönemlerde, işleri yoluna koyabilmek için, insanlık ve özgürlük için mücadele içine girmeleri kutsal bir davranış. bir laf  vardır, bazı insanlar için söylenir; dünya dönüyorsa böyle güzel insnalar sayesinde diye. gerçekten eğer insanlık varsa, özgürlük varsa sophie scholl gibi insanların ettiği mücadeler sayesinde var. dünya bu yüzden dönüyor.

01 Aralık, 2017

Adres Bilme Huzuru

sokakta aheste aheste, muhtar misali yürürken bir anda şuraya nasıl giderim temalı bir soruya doğru cevap vermek gibisi yok. insana bedava özgüven, mutluluk, keyif veriyor. hele hele yaşadıgınız muhitte, sizin mahallenizde birisi sizden bir adres tarifi istediğinde bunun etkisi daha da fazla oluyor. belki de bu gizli bir özgüvensizliğe işarettir, bilemiyorum uzmanlar ne der ama ben derim ki; güzel, bedavadan keyif. arada sırada birbirimize adres soralım. keyifli anlar yaşatalım.

Svetat e golyam i spasenie debne otvsyakade



bulgar sinemasından izlediğim ilk film. yol filmlerini severim, hikayesi de ilginç gelince izleyeyim dedim. filmin ingilizce adı, the world is big and salvation lurks around the corner, türkçe adı ise, koca dünyada kurtuluş pusuda kısaca özeti şöyle, zamanında bulgaristan'da zorluk içinde yaşayan bir aile iltica ediyor. iltica edilen ülkede yıllar sonra bu aile bir kaza geçiriyor ve sonucunda oğlanın hafıza gidiyor. buna mükabil onun dedesi tarafında tekrar hayata karıştırılması sağlanıyor. film bu minvalde...

imdb puanına bakınca film genel olarak beğenilmiş. ben de beğendim. güzel, sıcak film olmuş. yol filmi de denebilir. sadece bulgaristan'a dönüş olarak değil, iltica edilmesi, o sürede ailenin başından geçenler de bir yol filmi hikayesi konusu. çünkü bazıları bisikletle bulgaristan'a dönüş sahnelerinin azlıgından dolayı bu nasıl yol filmi tepkisi vermiş. bir filmin yol filmi olması için karakterlerin sürekli bir taşıt kullanarak hareket halinde olması gerekmiyor. en azından ben öyle düşünüyorum. zaten filmi beğenmeyenler, genel olarak politik sebeplerden ötürü beğenmiyor sanırım. çünkü filmde komünist rejime karşı olan bir dede var. komünist rejimde kendilerine gelecek görmeyen, baskı hisseden bir aile var ve bu da izleyicinin gözüne baya sokuluyor. haliyle hayata, yaşama bu taraftan bakanların pek beğeneceği film olmayacaktır. onları da anlıyorum tabii. beğenmemeleri çok normal. ama italya'da geçen sahnelerde baya baya demokrasiye de sallama var. kamp müdürünün burası demokratik bir ülke deyip oradaki insanları haklarından mahrum etmesi filmi rejim konularında biraz da olsa nötr hale getiriyor.

ben genel olarak beğendim. dedenin tavla üzerinden hayat dolu metaforlarını zaman zaman pek sevmesem de, bisikletle uzun yol yapmak gibi zahmetli bir işin zorlugunu pek yansıtılmasa da güzel filmdi. yol ve aile filmlerini sevdiğim için bu filmi de sevdim.

24 Kasım, 2017

Siz Buradasınız Çünkü Biz Ülkelerinizi Yıkıyoruz


bu duvar yazısını twiter'da gördüm. berlin'de mültecilere hitaben üç farklı dilde yazılmış. meali şöyle oluyor; siz buradasınız çünkü biz ülkelerinizi yıkıyoruz.

özellikle son yıllarda bizim memlekette batıya karşı bir tansiyon yükselmesi var. özellikle almanlara karşı. oysa alman halkı, yaşadıgı acılardan, geçmişlerinden dolayı ortada bir insani durumu olunca çok çabuk refleks veriyor. belki de bu refleks üzerlerinden kalmış nazi imajından kurtulmak için gelişmiş bir reflekstir, bilemiyorum. ama böyle bir gerçek var, faşizan ses yükseldiğinde karşı ses hemen yükseliyor, eyleme geçiyor. gösterdikleri refleks sesten ibaret kalmıyor.

23 Kasım, 2017

Takva


filmin yapım tarihi 2006. benim lise yıllarıma denk geliyor. filmi o zamanlardan biliyorum ama şimdi izleyebildim. bunun bir sebebi de filmi korku filmi zannettmem. nedense korku filmlerine karşı bir sevgisizlik var bende. bir de bazı filmlerin de korku filmi oldugunu düsünüyorum. nereden nasıl bu fikire kapılıyorum bilmiyorum ama oluyor bazen öyle, film aklımda korku filmi olarak yer etmiş ama halbuki alakası yok. türkiye için cesur bir film. bu zamanda böyle bir film çekmek biraz zor gibi... 2006 yılı eski türkiye esintilerinin oldugu bir yıldı. o zamanlar birçok kişi memleketin bu hale düşeceğini düşünmemiştir. at koşturmak daha rahattı.

tarikatlarin, cemaatlarin içyüzü güzel gösterilmiş. maddiyatla olan ilişkilerin maneviyata dönüştürmek tarikatların sık yaptığı icraatler. sen içki içen adama kiranı veriyorsun ama o adamın verdiği kirayla talebe okutuyoruz söylemi somut örnek. işe gelince allah'la onun arasında olan din, işe gelince aralara çok fazla aracı alabiliyor

filmle ilgili eleştirim konusmalarla alakalı olacak. özellikle tarikat lideriyle, güven kıranç'ın oynadıgı karakterin dilleri fazla türkçe ve düzgün geldi bana. konusmları filmin bütününe bakınca biraz sırıttı. daha gerçekçi olabilirdi. geri kalanıyla ilgili söylenecek fazla bir şey yok. türk sinemasının iyi filmlerinden bir tanesi olmus.

22 Kasım, 2017

İlk Adım


temmuz ayı içerisinde olması lazım, askerlik için gaza gelip şubeye gitmiştim. sıra numarası da alıp beklemeye basladım. kalabalık oldugu için dısarıda bekletiyorlardı, bina içerisinde değil. o arada telefonla uğraşıyrdum vakit geçsin diye ama hava inanılmaz sıcak, o vakit geçmiyordu. bir de zaten yapmak istemeğim askerliği icra eden insanlarla aynı ortamda bulununca iyice nefret ettim. hemen aklıma kendi yapacağım askerlik gelmeye başladı. bu vakit nasıl geçecekti, nasıl uyuyacaktım, rahatlıga alıstıktan sonra o disiplin beni sıkacak mıydı, ortam nasıldı... sorular sorular... telefonla uğraşırken whatsapp grubundan arkadaşlarla da konusuyordum. aynı sıkıntıdan müzdarip üç kişiyiz. yazışırken ne olduysa birden kararımdan vazgeçtim. şubeden çıktım gittim. karar verdim o an; askere gitmeyecektim. kaçabildiğim kadar kaçacaktım, hem bedelli de çıkacak diye kendimi inandırdım ama gel zaman git zaman kaçamadım. olmuyor. sürekli engel, fırsatlar kaçıyor...

30 kasım günü şubat celbinde askere gitmek için son gün. son güne kadar bekleyecektim. belki şaka maka bedelli çıkar diye umut ediyordum. devletin muhtemelen içine gireceği kriz, askeri harcamalar derken kendimi bedelli çıkacağına inandırmaya basladım ama bir yandan da çevreme şubatta askerim demeye basladım. çünkü artık ciddi ciddi bu konuyu bir yere bağlamam gerekiyor. yolumu bulamıyorum. ve nitekim bu gün anlık bir gazla şubeye gittim. yine askeriyeden içeri girer girmez, kendi yapacağım askerliğimi kurgulamaya basladım, nasıl geçecekti o zaman? bitecek miydi? birçok soruyu kafamda döndere döndere sıramı bekledim. ama sıra beklerken bir yandan da ortamı gözlemliyorum. komutanlara, memurlara çay götüren askerler, göt donduran soğukta nöbet tutanlar, sıkıla sıkıla iş yapanlar... orada hiç kimse halinden memnun değildi. muhtemelen herkes aynı durumda... ve sıra bana geldi, doldurulan formlar, bakayadan dolayı kesilen ceza ve işlemin tamamlanışı, şubatta askerim.

yalnız, şubeden çıktıktan sonra bir rahatlama oldu. yolda yürürken keyiflendim birden. önümdeki çok büyük engeli aşmak için bir adım atmıştım ve o adım çok önemliydi çünkü diğer adımların habercisiydi. şu anda şubeye gitmeden önceki gerginliğim yok. askerlik benim için muallaktı, artık muallak bir durum yok. işlemler tamam, kesin olarak gidiyorum. çay da servis etsem, patates de doğrasam gece nöbete de gitsem o askerliği yapacağım. onun için ilk adımı da bugün atmış bulunuyorum.

Yazcılık vs Kışçılık


önceleri kışı severdim. önceleri dediğim de geçen sene ve öncesi. geçen sene kışçıydım. kışın gelmesini isterdim. aslında bu sene de kışın gelmesini istedim ama an itibariyle şu havalardan hiç memnun değilim. sıcaklık 9 derece ve hava kapalı. içimde bir kasvet. bundan sonra sanırım yazcı olacağım. sosyal medyada zamanında birisi doğalgaz faturasını kendim ödemeye basladıgımdan beri yazcıyım yazmıstı. su an icin ölye bir durum icinde değilim ama yine de yaz sanki kıştan daha güzel gibi... en azından soğuk havalar çekilecek dert değil. kazaklar, montolar, ceketler... önceleri sevdiğim nesneler neşelerini kaybetmeişler... bundan sonra yazcıyım. belki bunda kiğılı reklamının da etkisi vardır. ne rezalet reklamdı o öyle. ben mont kiğılı mont...

19 Kasım, 2017

Lost in Translation


filmin bir sahnesinde bob, charlotte'ın odasında bir cd görüyor. bu ne diyor soruyor, charlotte bilmesine rağmen çünkü daha önce dinliyordu, bilmiyorum diyor. bilmiyorum deme sebebi aslında bob'dan da o cd hakkında anlamsız eleştiri geleceğini düşünmesiydi. charlotte farklı bir dünyada yaşıyor. duygusal ama aynı zamanda mantıklı tarafı da var. bu da onu kocasının deyimiyle sürekli hata bulan bir insan durumuna düşürüyor. ama charlotte hata bulan tarafta değil, tam tersi doğrusu neyse onu söylemye çalısıyor. cd sahnesinde bilmiyorum diye cevap verdi. bob'da gelecek gereksiz konusmanın önüne geçmek istedi ama bob ben de dinliyorum deyince, charlotte'un suratında bir mutluluk belirdi. herhalde filmin özeti o gülümsemeyi söyleyebilirim. bazen hayatta anlaşamayacağımızı düşündüğümüz insanlara karşı mesafeli davranırız, bildiğimiz bir şey olsa bile karşı taraftan gelecek gereksiz hayal kırıcı ya da değer küçümseyici bir konusmayı engelleme için bilmiyoruz deriz. halbuki çok iyi biliyoruz, seviyoruz da ama bilmiyoruz diyoruz. film bu hissi çok güzel analtıyor. bana göre filmin türkçe adı da filme çok yakışmış; bir konuşabilse... derdi olup anlatamayanların filmi gibi olmuş. çok sevdim.

17 Kasım, 2017

Nefesim Kesilene Kadar


bu devirde babana bile güvenmeyeceksin... herhalde filmi tek cümleyle anlatmak istesem böyle anlatırdım. gerçi serap, babasının ne mal oldugunu biliyor ama yine de onun değiştiğini ümit ediyor. buna inandırıyor kendisini. belki de ablasının ve eniştesinin kendisine karşı kötü davranışlardan daha az kötüye giderek kurtulmak istiyor. ama nereden bakarsak bakalım zor hayat. daha çocuk yaşta yetiştirme yurduna düşmek, orada büyümek zorunda kalmak ve akabinde hayata karşı tutunma çabasına girmek zor. serap da bu zorlukları fazlasıyla yaşıyor. serap karakterini oynayan esme madra'nın oyunculugu harika. zaten onun oyunculugu olmasa film vasat bile olamayacak. genel olarak çok beğendiğim film olmadı ama yine de esme madra'nın oyunculugu bana serap'ın içinde bulundugu durumu hissettirdi. bir filmden ilk beklentim bu oluyor benim.eğer filmde anlatılmak istenen bana ulaşıyorsa geriye kalanlar detaya dönüşüyor. film mükemmel olmasa bile bir şey anlatabilmesiyle beni içine çekiyor.

15 Kasım, 2017

Yusuf Üçlemesi


yumurta, süt bal... bu üçlüyü çok sık duyuyordum. bazen trt'de de görüyordum ama genelde ev eşrafı olunca pas geçiyorduk. durgun, az diyalog olan fimler topluca izlenmiyor. aradan birisi çıkıp bu ne diyebiliyor. filmleri sonunda izleyebildim. sırayla bal, yumurta, süt en sevdiğim oldu. bal'da çocuk oyuncunun oyunculuğu harikaydı. genelde çocuk oyuncuları pek sevmem. büyümüş de küçülmüş olarak gösterirler ama bal'daki çocuk tam anlamıyla yaşının hakkını veren çocuktu.

üçlemede yusuf'un hikayesi anlatılıyor. ilk film yumurta'da yusuf'un orta yaş dönemini görüyoruz. film izleyince yusuf'un içinde bulundugu duruma düşüşünü insan merak ediyor. bu merak kısmen yusuf'un gençliğinin anlatıldıgı ikinci filmde giderilmiş gibi olsa da yeni meraklar doğuyor. yusuf'un çocuklugunun anlatıldıgı üçüncü filmde bütün merak ettiklerimizi buluyoruz. yusuf'un sessizliği, az konuşması, durgunluğu hepsinin sebebi çocukluğunda saklı. çocukluğun anlatıldıgı bal filmi de semih kaplanoğlu'na berlin'de altın ayı ödülünü getirmiş.

semih kaplanoğlu, son dönemde yaptığı açıklamardan dolayı ülkenin muhalif kesiminden tepki gördü. açıkçası benim de hoslanmadıgım seyler söyledi. bundan ötürü izlerken önyargılı olmak istemedim. filmler izleyince de bütün açıklamarı unuttum. gerçekten ülke standartlarının üzerinde hikaye, kurgu, görsellik var. doğanın ekmeğini yeniyor deniyor ama o doğa herkesin doğası, yiyemeyen de oluyor. eline yüzüne bulaştıranları da çok görüyoruz. bu yüzden doğayı gösteriyor işte demek çok sığ bir yorum. izlerken fark etmediğim, aslında fark ettiğim ama ne anlama geldiğini bilmediğim göndermeleri de ekşi sözlük'te okudum. bazı mistik hikayelere göndermeler varmış süt, yılan metaforunu sözlük'te okudum.

Türkiye Cumhuriyeti gibi


birkaç gündür bir sebepten ötürü hastaneye gidiyorum. önce şehirdeki kendi ilçemdeki hastaneye gittin. hastanenin oldugu bina yetersiz gelince prefabrik evlerden hastane yaptılar. şimdi orası da yetersiz geliyor. gerçi yeni hastane yapıldı ama olay sanırım binada bitmiyor. yıllarca memlekette her şey binalara atıldı. tesis yok denildi. özellikle sporda bunlar söylendi. ah birt tesis olsa madalya rekorları kıracaktık ama yoktu işte, o yüzden kıramıyorduk. hastaneler için de aynısı geçerli. çok güzel hastaneler var. her imkan düşünülmüş ama iki gündür hayattan bezdim. hastalıktan dolayı hiçbir sıkıntım yok. tedavisi belli, ilacı belli ama hastane ortamı beni acayip gerdi. insanların koşuşturmacası, kavgalar, sistemsizlik, doktorların sinir stresi... her şey gergin hastanelerde. 

bugün başka bir hastaneye gittim. diğer ilçedeki hastaneye... kendi ilçemdeki hastanenin doktoru ilgisiz davranınca başka doktora gideyim dedim. iyi ki öyle yapmışım. önceki doktorların verdiği ilaçları boş ver kullanma dedi. onun yerine pansuman yaptırmamı söyledi. bir de iki kutu hap verdi. bunları yaptıktan sonra tekrar gelmemi söyledi. diğer doktor iki tane krem verip başından savmıştı. toplamda 2 dakika kalmamıştım odasında. o da kendi çapında haklı; kapısında birçok insan var. herkesi sinir stres tavan hemen sıranın kendilerine gelmesini bekliyor. 

iki gün boyunca göremeyeceğim tartışmayı hastanede gördüm. bir tanesini de ben yaşadım. doktor reçete için dısarıdaki görevlinin yanına gönderdi. oradan reçete alıp doktora imzalatacaktım. sıraya girmeme gerek olmadığı için direkt görevlinin yanına gittim. durumu anlatırken sırada bulunan genç birisi görevliye, siz neye göre barkod veriyorsunuz biz burada bekliyoruz dedi. ben de ben barkod almayacağım, doktor gönderdi reçete yazdırmaya geldim dedim.  sıradaki adam da bana beni ded doktor gönderdi dedi. o zaman sen de buraya gel deyince, görevli araya girdi. sizin işiniz başka onun başka. srıadaki arkadaş sen sırada bekle dedi. aldım reçetemi gittim doktor odasına. biraz tersleşsek kavga etmemek güç. sinirler gergin, derbi maça çıkmış futbolcu gibiyiz. bir tanesinde bir amcamız barkod veren görevliyle tartıştı. görevliyi savunmaya gelen başka bir abimize, tayyip babaya söyleyin bunları, sistem çok güzelmiş ya bunları söyleyin tayyip babaya dedi. abimiz de tayyip ile ne alakası var deyince kısa süreli gerginlik yaşandı. herkesin ağzında tek cümle allah buraya düşürmesin. hasta olmak ile alakalı bir problem yok, doktorlar da bana göre şu düzende işlerini harika yapıyor. ancak hastaneler inanılmaz yoruyor insanı. koca memleketi sığdırmışlar, hastane kapısına türkiye cumhuriyeti tabelası asılsa çok yakışır. doktorların odaları nezih, iyi aile semtleri, koridorlar işçi, çiftçi şehirleri... arada sırada mahallenin okumuş çocuguna gidilmesi gibi doktor odalarına giriliyor. bir şeyler danışılıyor, dertler çözülüyor. allah düşürmesin ne diyelim.

14 Kasım, 2017

Yirmili Yaşların Hızı

geçenlerde twitter'da takip ettiğim birisi çocuk sahibi olmanın çok büyük bir duygu oldugunu ve annenin, babanın, eşin boş oldugunu, gerçek duyguyu, huzuru çocuk sahibi olunca hissettiğini yazmıştı. sanırım otuzlarında birisi, belki yolun yarısında bilemiyorum. çocuk sahibi olunca şu ana kadar yaşadıgı duyguların, tattığı mutlulukların hiç oldugunu anlıyorsun.

bu aralar hayatımın kötü dönemlerini yaşıyorum; mutlu değilim, huzurlu değilim, keyifli değilim. mutlu günleri görmem için engel teşkil eden şeyleri yavaş yavaş aradan çıkarmaya çalışıyorum. bunları yapmak için geç kaldım, biliyorum. ancak şunu merak ediyorum. geçecek mi? o engeller ortadan kalktıgında gerçekten huzuru ve mutlulugu bulabilecek miyim merak ediyorum. mutlak mutluluğa inanan bir insan değilim. hayatta mutluluk için yaşamıyoruz ama hayattan iyi kötü keyif almak için mutlu olmak gerekiyor. yirmili yaşlarımın sonlarındayım. önümdeki engelleri geçebilmek için yirmili yaşların hızına inanıyorum. umarım geçecek ve bitecek bu huzursuzluk.

12 Kasım, 2017

Gebzespor 1-1 Beylikdüzüspor

takımın kritik maçlarda iç saha performansı tam anlamıyla hayal kırıklığı. gebzespor'un çok iyi oynadıgını düşünmüyorum ama yine de bu sene iyi kötü skoru alıyor ancak iç saha maçları bu performansta devam ederse sıkıntı olabilir. etme potansiyeli de var çünkü gebzespor taraftarı biraz trabzonspor taraftarı gibi. stadyumda homurtu sesi eksik olmaz. bir yanlış harekete topçunun cezası kesilir. sinirler her zaman gergindir. ligde 8 maç sonunda 18 puanla lider. deplasmanda 4 maçta 4 galibiyet alsa da iç sahada 4 maçta 2 galibiyet, 1 mağlubiyet 1 de beraberlik var. içeride istediği skoru bir türlü alamıyor.

bu hafta beylikdüzüspor'a karşı çok kötü başladı. hiç top yapamadılar. atak yoktu. tabii bu da taraftarda homurtaya sebep oldu. havanın da güzel olmasıyla epey gelen olunca tepki de o kadar arttı. kötü oyunun üstüne bir de gol yenince iyice sinirler gerildi. ilk yarıyı 1-0 kapattıktan sonra ikinci yarıda takım biraz daha toparlandı. iyi oynamadılar ama en azında hücuma çıkabildiler. birkaç pozisyona girdiler. özellikle niko oyuna hareket kattı. bir pozisyonda soldan ceza sahasına girişte yerde kaldı ve penaltıyı aldı. bu penaltıyı da maç boyunca etkisiz elaman olan 9 numara ufuk gole çevirdi ve maç 1-1 berabere kaldı. 

şu ana kadar işler o kadar da kötü değil. tam tersi beklenenin üzerinde. bunda rakip takımların beklenenin altınta olmasının da payı var biraz. lig bana göre biraz zayıf. gebzespor geçtiğimiz senelerde daha zorlu takımlarla aynı gruptaydı. 

slogan yine aynı; o sene bu sene. haftaya derince deplasmanı var. kağıt üzerinde kolay gözüküyor umarım sahada da öyle olur.

11 Kasım, 2017

Mecburiyet

yapmak istemediğim şeyler ertelemek gibi bir huyum var. belki de en sevmediğim huyum... aslında yapmak istemediğim şeyler değil de, yapmak zorunda olmama rağmen istemediğim şeyler diyelim. kaçıyorum bunlardan; kaçabildiğim kadar kaçıyorum ama sonra tabii yakalanıyorum. gölgem gibiler... tabii sonuç olarak kaçınılmaz son geliyor, kaçtığım şeyleri yapmak zorunda kalıyorum. acaba bunlardan kaçmak yerine nasıl olsa yapacağım deyip ilk günden yapmaya mı koyulmalı insan? bir de böyle denemek lazım. fatura ödemek gibi. nasıl olsa ödenecek, ilk gün ya da son gün fark etmez. ilk günden öde gitsin. bundan sonra bir de böyle deneyeyim bakalım işler ne olacak?

05 Kasım, 2017

Kaç Para Kaç


dönem dönem türk filmlerine sarıyorum. epey üst üste türk filmi izledikten sonra araya başka filmlere geçiriyorum. dün gece ne izlesem diye bakınırken gördüm filmi. taner birsel ismini görünce, imdb puanı da fena olmayınca izledim. 

şahane film olmuş. beyoğlu özelinde istanbul'un filmdeki zamanları ayrı güzel, insan içlenerek izliyor. doksanlarda, iki binlerin başında istanbul'da geçen filmleri izleyince, bir şehire nasıl ihanet edilir çok daha iyi anlaşılıyor. gerçi sokağa çıkınca da fark ediliyor ama filmlerde; hele hele çekimler iyiyse istanbul'un başına gelen korkunç betonlara insan üzülüyor. gerçekten harika bir şehir.

kendi halinde, işinde gücün oldugu düşünülen bir insanın dönüşümü anlatılıyor. bulunan yüklü bir para sonrası yaşanılan dönüşüm. parayı geri mi versem tereddütü, akabinde ufak tefek harcamalar ve sonrasında raydan çıkış. 

selim, bana göre her zaman parayı bulduktan sonraki gibi bir adamdı. başkaları için yaşıyordu. başkalarının fikirleri onun için önemliydi. namuslu, ahlaklı insan olmayı başkalarından övgü almak için seviyordu. en sonunda da evine gelen kadınla yaşadığı şey tüm bunlardan kopuştu. zaten o kopuş hem selim'in hem de filmin sonu oldu.

04 Kasım, 2017

Die Fremde


göç, göçmenlik, mülteci, gurbetçi... bu tip hikayeleri seviyorum. insanların hayata tutunma çabaları beni etkiliyor. belki kendim de bu çabayı kısmen gösterdiğim için zaman zaman kendimden bir şeyler görebiliyorum. bu tip filmlerde bazen görüş ayrılıkları olabiliyor. bu görüşler genelde siyah ve beyaz şeklinde oluyor. griye yer bırakılmıyor. bu film de biraz öyle. ama ben ne siyah tarafındayım ne de beyaz, gri bir film.

kadına şiddet, aile baskısı, ailenin kadına sırt dönmesi bizim milli meselelerimizden. kültürümüze işlemiş ve bu da problemlerin çözümünü epey zorlaştırıyor. bu filmde de kocası tarafından şiddet uygulanan bir kadının hayata tutunma çabası anlatılıyor. zamanında evlenerek almanyadan türkiyeye gelmiş bir kadının koca şiddetinden sonra tekrar ailenin yanına almanyaya dönüşü ve orada başına gelenler hikayenin ana konusu. umay kısmen hem şanslı hem de şansız bir kadın... şanssız kadın çünkü ailesi kendisine sırt çeviriyor. bununla beraber şanslı kadın, ailesi almanyada yaşıyor. bir telefonla alman polisi gece eve gelip umay'ı oradan ailesine rağmen alıp gidebiliyorlar. ancak film genel olarak bu gerçeklikte değil. hikaye sonuna kadar gerçek. gurbetçi aile tipi güzel özetlenmiş ama karakterler tam olarak oturmamış gibi geldi bana. bir yandan kızlarını dışlamaları gerekirken bir yandan da evlat deyip bağıra basmak lazım. bu duygu nedense hiç geçmedi bana. settar tanrıöğen ve derya alabora olmasına rağmen geçmedi. oysa yorumları okudugumda genel olarak oyunculuklar beğenilmiş. oysa bana karakterler çok zayıf geldi bu yüzden de oyunculukların kötü oldugunu düşünüyorum. ailedeki kardeşlerin biribirleriyle iletişimi yan karakterler daha iyi olabilirmiş. hikayenin iyi, karakterlerin zayıf olmasından dolayı benim için vasat bir film oldu. ancak filmi kötü bulanlar da var. kötü bulanların sebebi türklerin bu kadar yobaz gösterilmesine kızıyorlar. sadece aile olarak değil, mesela kardeşlerin bara gittiklerin sahneden bile türkler yobaz. sadece restoranda çalışan türkler iyi ama onlar da entegre olmuş gibiler. pek türk sayıldıkları söylenemez. bununla beraber türklerin dışında kalanların yani almanların çok iyi olarak gösterilmesine de kızılmış. klasik türk asıllı yabancı yönetmenlerin fon bulmak için başvurdukların yöntem olarak söyleniyor. bu konuda da kısmen hak verebilirim. çünkü maalesef fon yüzünden yönetmenler zaman zaman kendilerini propaganda aracı olarak kullandırtıyorlar. film en iyi kadın oyuncu, en iyi film gibi ödüller de almış... 

bu tip hikayeleri sevmeme rağmen genel olarak vasat bir film oldu. vasat bulma sebebim de türkleri aşağılıyorlar, yobaz gösteriyorlar sebepli değil. tamamen vasat karakterlerden ötürü. daha iyi bir senaryo ile daha iyi karakterlerle çok iyi film olabilirmiş.

Anlat İstanbul


herhalde yerli veya yabancı şu ana kadar izlediğim filmler içerisinden en muhteşem kadroya sahip film. tam bir los galacticos. burada da birkaç defa yazmıştım, bir derdi olan filmleri seviyorum. bir şeyler anlatmak isteyen filmler derdini anlatabildiği sürece birçok hatayı ya da problemi görmezden gelebiliyorum. restoranda işlenen cinayet sonrası kürtçe konusmaktan imtina eden adamın bir anda panikle kürtçe konusması, kürt sorunuyla alakalı en güzel sahneydi. bu konularda birçok film yapılmasına rağmen hiçbir tanesi bu kadar güzel mesaj veremez herhalde. bugün böyle bir kadroyla , benzer konulara, problemlere dem vurulacak film çekilir mi emin değilim. bazı karakterlerin oyunculukları abartılı olmasa mükemmel bir iş olacakmış. ama bunlara rağmen iyi iş.

02 Kasım, 2017

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar


futbol fimlerini seviyorum çünkü futbolu seviyorum. bu filmi de o kadar zamandır aklımda olmasına rağmen anca izleyebiliyorum. anca dediğim iki gün önce izledim ama hakkında daha yeni bir şeyler yazabiliyorum.

en başta hemen araya sıkıştırayım, rafet el roman hiç ama hiç olmamış. iyi bir oyuncuyla serkan karakteri filme seviye atlatabilirmiş.

amatör küme maçlarını izleyen, takip eden birisi olarak filmde kendimden baya şey buldum. diyaloglar, konular zaman zaman içinde bulundugum ortamlarda geçen konusmalar. oldum olası amatör futbolla ilgilenen insanları sevmişimdir. sevme sebebim ise bir çıkarları olmadan bu işlerle uğraşmaları. hoş... artık amatör kümede de futbolla alakası olmadıgı halde çıkarı için futbolu kullananlar var. maalesef bu tipler türk futbolunun virüsü; futbolun ayakla oynanan bir oyun oldugu bilgisi onları futbolun içinde hatırı sayılır bir yere getiriyo; kallavi adamlar.

filmi çok sevdim. bir derdi anlatırken bunu futbolla yapması çok güzel. hayat fena halde futbola benzer mi bilmiyorum. hele hele saniyeleşmiş denilen futbol gerçekten hayata benziyor mu emin değilim. ama yine de seviyoruz, izliyoruz tepesine baca takıp dumanı da salsalar bu işlerin peşindeyiz...

filmin benim için en güzel sahnesi, galibiyetle dönülen deplasman otobüsünde okulun beden eğitimi öğretmeni, aynı zamanda da takımın yardımcı antrenörü olan hocanın rakip taraftarına yaptığı el hareketiydi. fransa'da yüksek lisans yapan hocanın işin içine futbol, taraftarlık girince doğasına dönüşünü izlemek filmin en sevdiğim anıydı. size fransa'da bunları mı öğretiyorlar hocam?

31 Ekim, 2017

Mia aioniotita kai mia mera


neden, anne... neden hiçbir şey beklendiği gibi olmadı neden? neden çürüyüp gider insan sessizce? acıyla ihtiras arasında parçalanarak... ben neden hayatımı sürgündeymiş gibi geçirdim? kendi ana dilimi konuşma şansım varken, neden bu kadar seyrek döndüm ülkeme? kendi dilim varken hala kayıp kelimeleri bulabilecek ya da sessizliğin içinden unutulmuş kelimeleri çıkarabilecekken neden sadece ve sadece kendi ayak seslerimi duydum evin içinde? neden? söyle bana, anne... insan neden bilmez nasıl seveceğini?

30 Ekim, 2017

Otobüs


sarı mersedes'i izleyince tunç okan'ın diğer işlerini merak ettim. biraz araştırınca ilk olarak otobüs karşıma çıktı. sarı mersedes'te oldugu gibi yine bir göç hikayesi anlatıyor. şunu rahatlıkla söyleyebilirim; yönetmenlik, kurgu, ses, senaryo bir tarafa, tunç okan, göç eden ve etmiş insanların karakterini harika çıkarmış. çok iyi tahlil yapmış. kendisi de türkiye'de doğup büyüyüp belli bir yaştan sonra yurtdışına gidip yaşamaya başlamış. belki de bu sebepten, edindiği izlenimlerden dolayı bu kadar başarılı olmuş. 

film, bir grup erkeğin yurtdışına işçi olarak götürülmsiyle başlıyor. pasaport var ama vize yok. gümrükte ayarlanan bir memur üzerinden insan kaçakçılığı yapılıyor. pasaport, gidenlerin gözünde olaya legallik katıyor. zaten dolandırıcı da ben bir koşu gidip çalışma izni alayım demesi de bu yüzden... ama giden gelmiyor tabii. burada da film başlıyor. 

 film, gösterime girdikten sonra, hemen ertesi gün yasaklanmış. sebebi de türk insanını küçük gösterilmesi. bazı sahnelerde aşağılama var ama bunlar türklerle alakalı değil. isveçliler otobüstekilerin türk oldugunu bilmiyor. onlar için yabancılar. zaten sahnelerde de türkler pis denmiyor, pis yabancı gibi söylemler var. buradan türklerin kötü gösterildiği değil, isveçlilerin yabancı düşmanı hatta ırkçı oldugu sonucu çıkar. benim esas takıldıgım nokta otobüsteki türk tipleri... o kadar yolculuk yapılıyor ve neredeyse hiç konusma yok. bu biraz doğallıktan uzak, tipleri, kıyafetlerle, davranışlarla doğal gösterme çabası içine girilmiş ama o karakterde insanların birbirleriyle iletişim kurabileceği tek konu memleket. ancak herhangi bir diyalog yok. otobüsteki insanları bu kadar yobaz göstermenin manasını anlamadım ben. doğallıktan epey uzak.

göç etmek zor. göç etmeye mecbur kalmak daha da zor. aslında göç etmek biraz da mecburiyet... yoksa hayatından memnunken başka bir ülkeye gitmek olsa olsa taşınmak olur. 

29 Ekim, 2017

Gebzespor 0-1 Başiskele Doğantepespor


5'te 5 yapılmıştı, altıncı maçta da galibiyet için çıkıldı ama 1-0 mağlup oldu takım. her seri bir yerde bozuluyor. iyi gidiş mutlaka sekteye uğruyor. aykut kocaman haklı, sanırım eşyanın tabiatı bunu gerektiriyor. gebzespor, kazandığı maçlarda çok iyi futbol oynamamıştı. idare ediyordu ve kazanıyordu. deplasman maçlarını izlemiyorum, bu yüzden deplasmanda nasıl oynadıkları hakkında pek fikrim yok ama iç sahada klasik amatör lig oyunu oynanıyor. duran top, karambol golleri maçın skorunu belirliyor genelde. başiskele doğantepespor maçında da maçın kaderini duran top; penaltı belirledi.

bu haftaya kadar gebzespor'un orta sahasını ve defasını beğendim. özellikle orta saha bana göre lig standartının üstünde. iyi oyuncular var. 41 numara ve 75 numara özbek gafurov iyi ikili olmuş. stoperde 12 numara ve 31 numara etkili olmuş. oğuz başaran da neden üst liglere kadar çıkabildiğini zaman zaman ispatlıyor ama kadronun geri kalanında sıkıntı var. özellikle santrafo bölgesinde. ercan kuruçay tekar transfer edilip, kaptanlık verilse de faydalı olamıyor. devre arası transferleri bugüne kadar gebze'ye hiç yararı olmadı ama bu sefer iyi bir santrafor alınırsa takım daha da iyi olabilir. 

Mercedes mon amour


filmi iki gün önce izlemiştim. film hakkında şimdi yazarım, birazdan yazarım diyerek bir türlü fırsat bulup birkaç kelime yazamadım. bugün galatasaray, trabzonspor'a kaybedince benim için de gerekli fırsat doğmuş oldu. sosyal medyadan, yorumculardan hatta internetten biraz uzak kalmakta fayda var.

bayram, münih'te çöpçü olmasına rağmen bmw'de bantta çalıştıgını söyleyen bir adam. işçi olması önemli değil, gerçi bir insanın işçi olmasında da problem yok, problem olan bayram'ın çalıştığı yerin kendisine bir hava getirdiğini düşünmesi. bmw olsun da ne iş olursa olsun... bugünün travması da herhalde yurtdışı olsun da pizzacılık yapmaya razıyımcılar. bunlar da baya baya okumuş çocuklar. onlar da kendi pencerelerinden haklı tabii. memleketin modern, okumuş bayramları. ülkeden siktir olup gitme hayali kuranlar. hiç yadırgamıyorum çünkü bunu ben de denedim. kısmen becerdim de ama sonra tutunamama sorunu baş gösterdi geri kürkçü dükkanına geldim. memleket her zaman içler acısı.

almanyada kaldıgım dönemde bayram gibilerini çok gördüm. arabasıyla hava atanlar, eviyle hava atanlar, bunlardan almanlarda bile yok diyerek hava atanlar, türkiyede aynı işte çalışanları küçümseyip almanyada o işi yapanlar... almanya tam anlamıyla bir bayram cenneti ve her yaş grubunda bu bayramlardan var. tunç okan, almancı karakterini muhteşem analiz etmiş. ne eksik ne fazla. tabii bu, o insanların suçu değil. daha önce yazmıştım. oraya ilk gidenlerin çaresizliği, yoklukta zorluk içinde büyüyen çocuklar, onların çocukları... almancı karakterinin yok olması için aradan sanırım bir iki nesil daha geçmesi gerekiyor bu da epey uzun bir süre demek.

filmi benim için kusursuz olmasını engelleyen iki büyük hata var. birincisi türkiyeye girişte, bir türk vatandaşından istenilen vize, ikincisi de ankara'ya eskihisar-topçular üzerinde gidilmesi. vapur sahneleri mükemmeldi ama hikayede tutarsızlık oluşturdu. buna rağmen sahnelerin güzelliği bu hatayı neyse kıvamına getirdi.

25 Ekim, 2017

Sonbahar


sanırım üniversitelerde her zaman devrim yapmak isteyen, bu uğurda hareket eden, kendilerini bunu adayan gençler olacak. filmin anlattıgı dönemde de var, öncesinde de var, ben okuduğumda da vardı ve hala var... eylem yapan gençleri zaman zaman gördüğümüzde, arkadaşlarla konusu geçerdi; değer mi? biz kendi dünyamızda onların hayallerini imkansız görüyorduk ve gençliklerine yazık ettiklerini düşünürdük. öbür taraftan bakınca nasıl gözüküyor hiçbir zaman bilemedik. filmin bir yerinde eski dava arkadaşı yusuf'a "yaşamamız gerekiyormuş yaşadık, yine olsa yine yaşarız" demesi onları içinde buundukları duruma bakışlarını anlatıyor. bana imkansız gelen onlar için gerçekleştirilebilir, uğruna hayatın feda edilebileceği bir hayal.

film, hayata dönüş operasyonu dönemlerini anlatıyor. film içerisinde o zamanlardan gerçek görüntüler va, bu da filmin farklı bir yere koyuyor; belgesel havası oluşuyor. izlediğim kaynakta köyde konusun dilin altyazısı yoktu. sanırım lazca ya da gürcüce tam olarak bilmiyorum. anne ve yusuf arasında, anne ve komsular arasında geçen diyalogların hiçbir tanesini anlamadım. ancak anlamama rağmen hissettim. aklıma gönül yarası filmindeki meltem cumbul ile şener şen'in türkü sahnesi geldi. kürtçe bilmediği halde dinlediği türkünden etkilenen dünya, bu türküye ağlamak için kürtçe bilmek mi gerekir diyordu. herhalde hissettiğim bununla aynı. yusuf'un annesinin konustugu hiçbir şeyi anlamama rağmen, annenin evladına karşı çarezisliği, üzüntüyü anlayabildim.

hayaller uğruna, dava uğruna bu çekilenlere, üzüntülere değer mi bilmiyorum. bunu bilmiyorum ama bu uğurda canlarını ortaya koyanlar, bedelini ağır bir şekilde ödeyenler saygıyı hak ediyor.

24 Ekim, 2017

İtirazım Var


onur ünlü sevdiğim bir yönetmen. farklı, güzel işler yapmaya çalışıyor. önceliği güzelliğe vermesi yaptığı işleri hem farklı hem de klişeden uzak tutuyor. itirazım var, son zamanlarda izlediğim en güzel türk filmi oldu. hikaye, senaryo her şeyiyle çok güzeldi. dokunan bin laf işittiği konulara, mitlere, tabulara girmeleri başlı başına cesurca bir hareket. bunun yanında oyunculuklar, çekim, senaryo birbiriyle uyumlu olunca ortaya kaliteli bir iş çıkıyor.

film ilk piyasaya çıktığın baya eleştirilmiş. hatta 18+ olarak gösterildi. 18 yaş altını kötü etkileyecek ne var hiç bilmiyorum. herhalde kuran, din, iman, imam hiç bu kadar klişeden uzak, aslında gerçekçi gösterilmemişti. imamları sadece kuran okuyan, namaz kılan bütün hayatlarını bundan ibaret zannedenler, aslında böyle zannetmiyorlar ama gerçekten böyle zannedenleri, böyle zannetmesinin devamını isteyenlerdi 18+ yasağı koyanlar.

22 Ekim, 2017

İnsan Olmak


benim için biraz rahatsız edici kitap oldu. okumak yordu diyebilirim. kendimi sorgulayan, hatalarımı bulmaya çalışan, kendimi didikleyen hatta bu konularda kendime karşı zaman zaman acımasız davranan bir insanım. bu yüzden kitapta kendimle alakalı yaptığım tespitlerin arkaplanını öğrenince biraz rahatsız oldum. bu da okuma sürecini biraz aksattı. önce kitabı okumayı bıraktım sonra tekrar okuyup bitirdim. engin gençtan'ın okudugum ilk kitabı oldu ve muhtemelen son kitabı olmayacak. her ne kadar engin geçtan'ı okuması benim açıdan yorucu olsa da kendimle alakalı daha aklı başında tespitler yapabilmemi sağlayacak gibi... ayrıca kitap kapakları muazzam. diğer kitaplarına da baktım. şu ana kadar gördüğüm en güzel kapaklara sahip kitaplar. ilgi çekici. çok beğendim.

20 Ekim, 2017

Discover Me


7 yıl önce önümdeki 5 yıl pas geçsin; yaşamama gerek yok, o yılları atlayayım, orada ne olacaksa olsun kabulüm diyordum. bu düşüncelerin üzerinden 7 yıl geçti, tabii pas geçsin dediğim 5 yılı da yaşadım iyi kötü. sonucunda ne oldu; şu an içinde bulunduğum durum nedir anlam veremiyorum. demek ki her zaman dertlerin derya olabilme potansiyeli varmış. hele hele yıllar üst üste birikince, yaşanmışlıklar artınca bu dertler daha da birikiyor ama işin güzel tarafı bu dertlerden kurtulmanın da yolları artıyor. 7 yıl önce bana derman olacak seçenek sayısı 2 ise, içinde bulundugum durumda derman sayısı daha fazla. gerçi dertler de büyüyor ama olsun. hayatı bu şekilde kabullenip yaşamak lazım sanırım. hiçbir zaman mutlak mutluluk olmayabilir. belki de vardır emin değilim.

15 Ekim, 2017

Gebzespor 1-0 Nilüfer Erdemlispor


en son saha içinden maçı çocukken top toplayıcılık yaparken izlemiştim. o zamandan sonra ilk kez bugün izledim. onda da amatör küme maçı oldugundan dolayı oldu herhalde profesyonel bir takımın maçını ya da üst lig takımlarından bir tanesinin maçını zor izlerdim. tuhafıma giden şey yeşil alanın dısında kalan yerin yönetimiydi. amatör küme maçına göre epey katıydı. her zaman böyle mi oluyor bilmiyorum. talimat böyle klasik laf. aynı talimat tribünde pek işlemiyor. gerçi biraz naz geçene talimat işliyor. içinde bulundugum durumda talimatlara aykırı on olay oldu ama saha komiseri onlarla pek alakalı değildi.

gebzespor her zamanki gebzespor ama bu sezon galibiyet alıyorlar; tek ama en büyük, ve en güzel fark sanırım. dördüncü haftada nilüfer erdemlispor'u harika bir frikik golüyle 1-0'la geçtiler. şu ana kadar 4 maçta 4 galibiyet aldılar. 

nilüfer erdemlispor epey genç takım belli. devre arasında yardımcı hocalarıydı sanırım, 18 yaşındaki 9 numaraya, 18 yaşındasın ne olmuş, korkma topunu oyna diye motive ediyordu. diğer oyuncularda pek büyük sayılmazdı. yüzlerinden yaşları belli oluyordu. gebzespor ile kıyas yapınca arada epey sıklet var. gebzespor rahatlıkla 3.lig, 2.lig oynayacak topçular almış. hedef belli; şampiyonluk. ama takım olmak başka mevzu tabii. ne kadar oyuncu alırsan al takım olabilmek meziyet işi. gebzespor kolay dağılacak gibi top oynuyor. bir şekilde galip geliyor ama her an mağlup olacak, kırılacak bir takım izlenimi veriyor. bu da önüne geçilecek bir durum değil. alt liglerde alışma süreci diye bir şey yok. kontratlar genellikle 1 yıllık. oyuncuların hemen birbirine alışıp ite kaka takımı üst lige çıkarmaları gerekiyor. o yüzden bu kırılgan olma ihtimaline pek takılmadan öne bakmak gerekiyor. 

14 Ekim, 2017

Fareler ve İnsanlar


bir aralar kitap lise öğrencileri için sansürlenmek istenmişti bir ilin milli eğitim müdürlüğü tarafından. herhalde bir-iki yıl oluyor, tam hatırlamıyorum hangi il olduğunu. o zaman okumadıgım için olaya fransız kalmıştım ama okuyunca neden bu düşünceye kapıldıklarını anladım. tabii haklı bulmuyorum. bana göre lise öğrencisini kötü etkileyecek pek bir şey yok kitapta. hele hele bilgiye erişim maliyetinin neredeyse sıfır olduğu iletişim çağında, lise öğrencileri böyle bir kitaptan etkilenmezler. kitapta sansürlenmek istenen yerin mislini internette zaten görüyorlar. il milli eğitim müdürlüğü gereksiz duyar yapmış.

ince bir kitap, sıkmadan bir çırpıda okunacak cinsten. olay örgüsü fazla dağılmıyor, haliyle sağa sola gitmeden olayın içine girerek kolayca okunabiliyor. genelde kitap ya da filmlerle alakalı gereksiz uzunluğa, kalınlığa takılırım ama sanırım ilk defa bir kitabın daha da uzun olması gerektiğini düşündüm. biraz daha ayrıntıya inilebilirmiş ya da sonuç kısmı daha uzun sürebilirmiş. 

13 Ekim, 2017

Ben O Değilim


başrollerinde ercan kesal ve iranlı kadın oyuncu maryam zaree oynuyor. filmin hikayesini çok sevdim, uzun süredir değişik bir hikayesi olan türk filmi izlememiştim. başkasının yerine geçen bir insan; yeni bir kimlik arayışı... bazen insan kendisinden bile bıkabiliyor. çekip gitme isteği uyanıyor. bu bodrum'a yerleşmek istiyorum tarzı bir üdşünce değil, kimse tarafından bilinmemek, geçmişten hatta kendinden bile kaçma istiyor insan. bu tarz bir konuda şekilleniyor film.

türk sinemasında, dizilerinde takılı kalmak diye bir problem var. uzun uzun sahneler. bitmiyor. anlamsız boş bakışlar, boş sahneler, hiçbir manası yok. bu film de bu sorundan müzdarip. ses konusunda da bazı problemler vardı. iranlı oyuncunun seslendirilmesi hiç olmamış. senaryoda yine bazı problemler var. cenazeye ne oldu? ortada ölüm var ama soruşturma yok. bazı kopukları göze ciddi olarak batıyor. ama genel olarak fena film değil, hikayeden kotarıyor.

12 Ekim, 2017

Kum Kitabı


üniversiteye başladığım dönemde borges'in iki kitabını almıştım ama okuyamamıştım. kitaplar çok ince olmasına rağmen okuyamamıştım. bunun sebebi sanırım o an içinde bulundugum durumdu. yaptığım herhangi bir şeye konsantre olamıyordum. sadece borges değil, doğru düzgün kitap okuyamıyordum. kum kitabı, çok uzun süre kitaplıkta bekliyordu. geçenlerde ince olmasında da mütevellit başlayayım dedim. geçenler diyorum ama kitabı okumamın üzerinden bir hafta geçti, şu an yazabiliyorum. fırsatım da vardı gerçi... herhalde bende pek etki yaratmadı ondan dolayı kitapla ilgili pek bir şey yazasım gelmedi. kısaca bahsetmek gerekirse borges'in öykülerinden oluşan bir kitap. 107 sayfa; bir çırpıda bitiyor.

borges'i ilk olarak anlar şiiriyle tanıdım. zaten şiirin etkisiyle iki kitabını almıştım. anlar şiirini okudugum dönemde sanırım 2009 yılıydı, bende baya etkisi olmuştu. motive etmişti hayata karşı. bu motivasyonla, borges'in kitaplarını alıp okuma girişiminde bulundum ama şiirin etkisi de o an geçti. kendimle baş başa kalınca düşüncelere dalmaktan kendimi alıkoyamıyordum. demek ki şiir, kitap, müzik bir yere kadar insanı motive ediyor. nasıl hayatta yaşadıklarımız bizi düşürüyorsa, ayağa kaldıran, dik tutan yine yaşadıklarımız oluyor. 

Dear Zachary: A Letter to a Son About His Father


puanın hakkını sonuna kadar veren bir belgesel. sanırım çok fazla bilinmiyor. bilinmeme sebebinin de amatör bir ruhla ve imkanlarla çekilmiş olmasının etkisi olabilir. ruh ve imkanlar amatör olsa da kurgusu harika olmuş. gece gece çok kötü etkiledi. film olsa bu kadar etkilenmezdim. hatta gerçek bir hikayeyi anlatan film olsa yine etkilenmezdim. insanın ne kadar canileşebileceğini tanık oluyorsunuz. çocuk velayetleri her zaman sorun olmustur ama işlerin geldiği noktayı kesinlikle tahmin edemezdim. 

adalet, en iyi işlediği yerde bile zaman zaman problemli olabiliyor. öylesine bir kadına her şey göz önündeyken çocuk emanet edebilmek için ya çok iyi niyetli olmak gerekiyor ya da art niyetli... ortası yok. insanın olduğu her yerde, sistem genel olarak iyi olsa bile sorunlar çıkıyor. 

aynı olay benim basıma gelse herhalde hayatın geri kalanı benim için ıstırap olur. ama andrew'in ailesi içi öyle olmuyor. elbette çocukları için üzlüyorlar ve hayat eskisi gibi olmuyor ama aktivist tarafları ortaya çıkıyor. ben herhalde köşemde sessizce ölümü beklerim. daha fazla hayatı pek umursamazdım. bu şekilde olaylarla silsilesinden sonra hayata devam edebilme gücünü, mücadele gücünü insanın kendinde tekrar bulabilmesi muazzam bir şey.

10 Ekim, 2017

The Big Sick


romantik komedi severim ama yüksek puanına rağmen bu filmi pek sevemedim. hikaye gerçek, benim için oradan yırttı. başrol oynayan pakistanlı oyuncunu hikayesi. kendi hikayesini kendi oynuyor. galiba popüler de bir oyuncu, meşhur bir dizide oynuyormuş ama bana oyunculuğu çok kötü geldi. 

film, kültür çatışmasını anlatıyor. pakistanlı bir genç, abd'li bir kızı sever ve olaylar gelişir; kültür farkından dolayı yaşanılan problemler var. bazı kültürler gerçekten çok zor. eğer o kültür içinde daha bireyci ve özgür yaşam istiyorsanız, o kültürün oluşturduğu kabukları kırmak bir hali güç olabiliyor. birkaç sahne, bayram namazına diye gidip dolanıp geri gelen yurdum ateist gençlerini hatırlattı. genel olarak aldığı puanın altını hak eden vasat bir filmdi.

09 Ekim, 2017

Kamyon


sabahattin ali'nin üç romanını okuduktan sonra diğer kitaplarını da okuma isteği oluştu bende. elimin altında kamyon olunca onu okumak istedim. bazı öyküler vasat olsa da kitap içerisinde iyi kaleme alınmış olanlar da var. hikayelerdeki karakterler ve konu genel olarak aynı; zor şartlar, tutunamama, hayatı idame ettirme çabası, fakirlik...  bir de sanırım öyküler ilk önce varlık dergisinde yayımlanmış. hal böyle olunca zaman zaman zoraki yazma çabası da olmuş olabilir. günümüzde yazarlar dergilere yazı yetiştirme derdine düştüklerinden dolayı yazı, diğer işlerin arasına sıkışabiliyor. bu durumda yazı zaman zaman vasatı geçemiyor. kitapta yer alan bazı öyküler bana bunu hissettirdi. tabii durum böyle olmayabilir. tamamen içinde bulundugumuz zamandan yapılmış bir çıkarım.