31 Aralık, 2019

Away We Go


herhalde filmi tek kelimeyle anlatmak istesem sakinlik olurdu. sıcak film. ne yapacağını, geleceğini nasıl şekillendireceğini bilemeyen otuzlu yaslarının ortasında bir çiftin ne yapmak istediklerinin hikayesi. bir de bebek bekliyorlar. onunla ilgili hayalleri, düşünceleri olan belirsizlik içinde bir çift.

ne yapmak istediklerini, nerede yşamak istediklerini bulabilmek için şehir şehir geziyorlar. yanlarında, etraflarında birileri olsun istiyorlar. her gittikleri şehirde karsılastıktaları arkadasları, akrabaları onlar için hayal kırıklıgından öteye gidemiyor. şehir şehir gezdikten sonra yanlarında kendilerini bulmaları, birbirlerine sıgınmaları, yaşamak istedikleri evin ortamı filmin sakinliğine çok yakıstı. 

açıkçası biraz zor bitirdim filmi. filmin basrolundeki çiftle alakalı problem yoktu ama yanlarına gittikeri arkadaslarına tahammül edemedim. o sahneleri izlemek beni inanılmaz sıktı. bu yüzden filmi izlerken de biraz sıkıldım. 

genel olarak sevdiğim film oldu. izlemesi beni zorlayıp sevdiğim film nadir oluyor. bu da onlardan bir tanesi oldu. 

29 Aralık, 2019

Zorluk


iki ay oldu buraya bir şey yazmayalı. blogun içeriğini düşününce bayagı maç, film izlendi. çok kitap alınsa da buna paralel olarak pek bir şey okunmadı; idare edildi. demir eksikliğinden mütevellit bitkinlik hali beni epey etkiliyor. isteksizliklik, eylemsizlik hali... 

dünyada ölüm kadar baska bir şey yok sanırım. hiçliğe gitmek, kaybolmak. geride bırakılan anılar gerçekten anı mı ondan da emin değilim. sanırım aile bireyleri hariç ne kadar yakın olursanız olun ölen kişiyi unutuyorsunuz. bir zamanlar yaşıyordu. hayal gibi bir şey. aile de alısıyor gerçi. zaman birçok şeyi gerçekten çözebiliyor. 

hayatımın bundan sonrası için plan yapmaya çalısıyorum. planı yapması bile zorken uygulamaya geçirmek nasıl olacak bilemiyorum. elimde fırsat oldugu söylesen de bu fırsatı eyleme dökebilmek gerçekten zor iş. kendimde şu an için o enerjiyi bulabilmek isterdim. 

ölüm demişken. her ölüm sonrası hayatın tadını çıkarma klişesi bir yerden filizlenir. ama tabii ölüm kadar gerçek hayatın kendisi. yaşamak gerçekten zor. istediklerini almak, istediklerini yapmak; zor. yine de aldırıs etmeden yapmaya çalışmak gerek. yapmya çalısmak, etmeye calısmak, gitmeye calısmak... sürekli bir şeyleri eyleme dökme çabası. çok yıpratıyor insanı. hele hele günün sonunda elde avuçta ne var diye bakıp hiçbir şey göremeyince, daha da yıpranıyor insan. 

doğmak baska bir gerçeklik. size bagımlı birisinin olması. onun fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak kadar duygusal ihtiyaçlarını karşılayabilmek... baska bir zorluk. sizi her şeye rağmen seven bir insanın yanından her şeye rağmen bir ömür olabilmek. 

hayat keşke nefes almak kadar kolay olsa. 

28 Ekim, 2019

Gebzespor 1-0 Torbalıspor


gebzespor bir önceki iç saha maçından mağlup ayrılmıştı. sonraki hafta zayıf rakibi çayırova'yı deplasmanda yense de bu haftaki iç saha maçı seri yapma açısından önemliydi. hafta içinde yönetimden gelen istifalar, teknik direktörün istifası, ödeme problemlerı derken olası mağlubiyet işleri çıkılmaz hale sokabilirdi. 

torbalıspor da çayırovaspor gibi zayıf rakip. ligin dibinde. sadece bir galibiyeti var. gebzespor'un kötü dönemde karşılmak isteyeceği türden bir rakipti. 

maça gebzespor fena başlamadı. yalova kadıköyspor maçına da takım iyi başlamıştı ama ikinci yarıda düşen oyunla beraber mağlup olmustu. torbalıspor, yalova kadıköy kadar etkili takım olmamasına rağmen gebzespor golü bulmakta zorlandı. buldugu gol defansın bir anlık hatasından geldi; kaan akar iyi bitirdi. gol dısında gebzespor'un etkili pozisyonu yoktu. açıkçası bu futbolla iddiali rakiplerin oldugu ligde  gebzespor'un şampiyonluk şansı pek yok. takım oynayamıyor. kantlardan hiç etkili olamıyor. 77 numara ve 10 numara takımın vitesini, temposunu düşürüyor. orta sahanın ortasında ligi kaldıracak oyuncular var. defansta da idare edecek oyuncular olsa da kanatlar ciddi problem. yalova kadıköy maçında izleyip, begendiğim berkay ekici bu maçta yedek basladı. takımın iyi oyuncularından birisi oldugunu düşünüyorum. forvette oynasa da problemli kanat oyuncularının oldugu takımda kanatta da değerlendirilebilir. berkay ekici maçın sonlarına doğru oyuna girdi, yine kısıtlı sürede etkili oldu. doksanıncı dakikada yaşadıgı tartışmadan dolayı direkt kırmızı kartla oyundan atıldı. sultangazi ve izmirspor maçlarında cezalı olur. iyi trafından bakarsak cezalı oldugu maçlarda gebzespor favori durumda. diğer rakiplere görece zayıf takımlar.

maçın sonlarına doğru top toplayıcı krizi çıktı. hemen önümüzdeki top toplayıcı topları torbalıspor oyuncularına sürekli geç veriyordu ya da vermiyordu. maraton tribünün önünde olmasından ve çocuk olmasından dolayı rakip takım oyuncuları bir şey diyemiyorlardı ama tepkileri yüzlerinden okunabiliyordu. nitekim son dakikalarda iyice yüklenmek isteyen torbalısporlu oyuncu taç atışını kullanmak için top toplayıcıdan topu istedi ama çocuk vermedi. bu sefer hafif iterek çocugun elinden topu aldı. çocuk kendini ceza sahasında penaltı alan topçular gibi yere bıraktı ve ortalık karıştı. boşu boşuna torbalılı oyuncu kırmızı kart. yaşanan gerginlikte berkay ekici de kırmızı kart gördü. 

gebzespor sıkıntılı takım. bu sezon şampiyon olabileceğini düşünmüyorum. yönetim, ödemeler, teknik direktör problemli. bunun dısında ligde iddiali takımlar var. bu sezon bir ileri bir geri gidecek gibi duruyor. 

26 Ekim, 2019

Federkleid


bu dili öğrenirken yardımcı olsun diye şarkı dinlemeye çalısıyordum. şarkısı, türküsü bol olsa da işe yarar, güzel şarkı pek yok. tabii böyle söyleyince ama şu var, bu var deniyor. çok güzel şarkılar olsa da bolca güzel şarkı yok.

federkleid'a spotify'da haftalık keşifte denk geldim. dil öğrenirken almanca folk müzik yapan bir gruba denk gemiştim zamanında. epey dinlemiştim. acaba onlar bunlar mıydı? unuttuguma göre bunlar olmayabilir.

 faun'u sabahtan beri loop'a almış vaziyette dinledim. sanırım bir ara solistleri değişmiş. eski havaları yok deniyor ama ben yeni dinlediğim için çok da takılmıyorum.

Komm und fliege mit uns fort
Lass den Wind dich tragen
Weit fort von diesem Ort
Komm und flieg so hoch du kannst
Lass uns die Himmel jagen
Im Tanz

19 Ekim, 2019

Aykut Enişte


filmi geçtiğimiz haftalarda eksi sözlük'te gördüm. adı ilgi çekici oldugu için başlıklar arasında dikkatimi çekmişti ve epey girdisi vardı. girdileri birçoğu olumluydu. akabinde de girdilerin pr oldugunu iddia edenler de vardı. işin o tarafını bilemiyorum. pr olması da sorun değil. neticede para kazanmak için yapılan işler. 

netflix'de de birkaç kez denk gelince, hızlı hızlı akıp gitsin diye geçenlerde izledim. çok gülmedim. hikaye güzel olsa da senaryo aşırı zayıf. ölümlü dünya, aile arasında kadar iyi olmasa da kötü, basit komedi filmleri gibi değil. vasat sıfatını hak ediyor.

 çok beklentiye girmeden izlenirse tatmin eder. tüm bunların sebebi bana göre senaryonun ve yönetmenin zayıf olması. daha iyisi olabilirmiş. örneğin dükkanın soyulması, söylenen yalanlardan sonraki bazı sahneler olmamıs. daha gerçekçi, inandırıcı olabilirdi. absürtlük olmalı ama bu kadarı biraz fazla olmuş. çok da üzerinde durulacak film değil. aileyle izlenilebilecek türden. kötü bir andan vakit geçsin diye izlenilebilir.

Gebzespor 1-2 Yalova Kadıköyspor


gebzespor geçtiğimiz sezon rakiplerinin türlü türlü ikramlarına rağmen 3.lig'e düşmüştü. özellikle sezonun son haftalarında rakipleri kadar gebzespor da çabalasa şu an hala 3. ligde bulunuyordu. takım, zorluklarla çıkılan 3.lig'den bu kadar kolay düşmemesi gerekiyordu.

sezonun ilk iç saha maçında seyirciz oynama cezası oldugu için gidememiştim. 4.haftayla beraber benim için gebzespor'un sezonu da başlamıs oldu. ilk üç maçta 6 puan toplayan gebzespor, 4. haftada yalova kadıköyspor'la oynadı. takım maça fena başlamadı, bana göre kötü kadro da kurulmamıs ama bu futbol 3.lig'e çıkmak için yeterli olmayacak gibi... 3.lig için statü gereği gebzespor şampiyon olmak zorunda. iç sahada bu tip maçları kazanamadıktan sonra şampiyonluk hayal olabilir.

maçın ilk yarısında gebzespor daha baskın olsa  da dengeli bir oyun vardı. net pozisyonlar üretilemedi. ikinci yarının hemen basında rakibin buldugu golle gebzespor erken disiplinden koptu.mgelen ikinci golle takım iyice dağıldı. yalova kadıköyspor bir de penaltı kaçırdı. 70'te gebzespor, berkay ekici ile farkı bire indirdi. gol güzel dakikada geldi; uzatmalarla beraber 25 dakika daha oynandı maç ama gebzespor oyun olarak üstünlük kuramadı. maç sürekli dengede gitti. bu yüzden iç sahada oyunu domine edemediği sürece gebzespor'un şampiyonluk şansı çok az. 

golün sahibi berkay ekici için ayrı parantez açmak lazım. bal için iyi bir oyuncu, hatta fazla bir oyuncu. mücadele gücü yüksek, fiziği iyi, topa iyi vuruyor. iki takım içinde de maçta dikkat çeken tek isimdi. attıgı golde bana göre birinci sınıftı. topu sürüşü, çaprazdan ceza sahasına girerken yerden sert vurusu çok iyiydi. 

5.hafta lokal derbi var; çayırovaspor-gebzespor. çayırova'nın 4 maçta galibiyeti yok,1 gol atıp 11 gol yemiş. çok yüksek ihtimalle gebzespor bu maçı alır. sonraki hafta torbalı, gebze'ye gelir oradan da alacağı 3 puanla takım bir seri yakalar ve umarım gebzespor şampiyonluk havasına girer. 

12 Ekim, 2019

Türkiye 1-0 Arnavutluk


maç önü, maç esnası, maçın kendisi, maç sonu... tamamen fiyasko bir gündü. şükrü saracoğlu stadyumu ulaşım imkanı açısından en güzel statlardan bir tanesi olabilir ama bu maç özelinde her şey rezaletti.

daha önce bir kez saracoglu stadyumunda maç izlemiştim. yine milli maçtı. o zaman hiçbir problem yaşamamıştım. ancak arnavutluk maçı gerçekten kötü tecrübe oldu. maçın kendisi de kötü olunca son dakika golünün yaşattıgı keyiften baska günden bir keyif alamadım. 

maçtan 45 dakika önce trenden inip stadyuma doğru yürümeye başladık. ulusal marşlara turnikede yakalandık ve maçın başlamasına 5 dakika kala tribüne girebildik. normalde maç önlerini, futbolcuların ısınma anlarını izlemeyi sevsem de o anlara yetisemedik. her maç böyle mi bilmiyorum ama stadyuma girmeden yapılan güvenlik kontrolleri rezaletti. çok az görevli vardı, haliyle inanılmaz bir yoğunluk oldu. arada ezilen çocuklar, eşlerini ve kızlarını kalabalıktan korumaya çalışan erkekler... tek kelimeyle rezalet. daha önce birçok kez maça gitsem de hiç bu kadar yogunluk oldugunu görmedim. yoğunluk olsa bile girişlerde bu kadar izdiham olmuyordu. organizasyonla alakalı bir problem yaşandı sanırım. saracoglu'ndan her maçın böyle oldugunu düşünmüyorum. 

tribüne girdikten sonra problem koltuk numaralarıydı. kale arkasından bilet aldıgımda koltuk numarasını problem etmiyorum. açı iyi olduktan sonra nerede olsa izleyebilirim. ancak özellikle milli maç için daha iyi bir tribün seçmiştik. ancak istediğimiz koltuklarda oturamadık. işin kötüsü oturacak koltuk bulamadık. nasıl bilet satışı olduysa, kapasiteden fazla insan vardı sanırım. üst tribünlerin merdiven boşlukları bile doluydu. dolduranlardan bazıları da bizdik. merdiven boşluklarından baska boş olan bulamadık. ya kaçak giriş oldu ya da kapasiteden fazla bilet satıldı. bu yogunluga baska bir açıklama bulamıyorum. oturdugum yerden görebildiğim kadarıyla stadın üst tribünlerinde bu problem vardı. alt katlar normal gözüküyordu. ancak üst katlarda anormal yogunluk vardı.

uzun zaman sonra istanbul'da maç olmaması insanlarda özleme sebep olmus. insanlar epey heyecanlıydı milli maç konusunda, iyi atmosfer vardı. tribünlerin yusuf yazıcı tezahüratı yapması dısından problem yoktu. teknik direktör işine karışmayı sevmiyorum. karışan yorumcuları da sevmiyorum. tribünlerde teknik direktöre bir oyuncunun isminin bağırılmasını da sevmiyorum. oyuncularla beraber olan, onları tanıyan, takımı maça hazırlayan kişi teknik direktör. haliyle takımın durumunu ve rakibi ondan daha iyi bilecek değiliz. bu yüzden yusuf yazıcı tezahüratı gereksizdi. ancak bizde çok sık olabiliyor bu işler. 

maç baştan sona sıkıcıydı. futbol olarak bir şey vermedi. merih demiral'ı, çağlar söyüncü'yü izlemek büyük keyifti. oynadıkları takımlara tesadüfen gitmediklerini oyuncuları izlerken fark edebiliyoruz. maçı çekilir kılan iki oyuncuydu. arnavutluk dirençli takım. teknik becerileri pek yoktu. becerikli oyunculara sahip olsalar özellikle son 10 dakikada işeri kendi lehlerine çevirebilirlerdi. birkaç etkili pozisyon ürettiler ancak kötü bitirdiler. güzel deplasman tribünleri vardı. epey tezahürat yaptılar ama neredeyse hiç sesleri duyulmadı. maçın basından sonuna kadar türkiye tarafı epey gürültülüydü.

günün en rezalet kısmı benim açımdan maç sonuydu. bilet alırken tren seferlerinin olacağını düşünmüştüm ama marmaray'da sadece zeytinburnu tarafına doğru sefer vardı. gebze yönüne hiç sefer yoktu. dönüş planını tren üzerinden yapmıstık. tren olmayınca gecenin bir yarısında araçsız kaldık. maçta oldugunu düşündüğümüz birkaç kişiyi aradık ve onların aracında boş yer bulabildik. böylece dönüşü sağlamıs olduk. fenerbahçe maçlarında da durum böylese epey sıkıntılı... en azından maç günleri, özellikle geç biten maçlarda ekstra seferler olabilir.

milli takım şu anda fransa ile aynı puana sahip. deplasmanda fransa maçından alınabilecek bir puan ve sonrasında izlanda galibiyeti mükemmel olur. iyi veya kötü önemli değil. avrupa şampiyonasında olmak büyük keyif... umarım euro 2020'de milli takımı görebiliriz.

06 Ekim, 2019

BMW: The Escape



bmw, the escape kısa filmini almanya'nın birleşim gününde yayınladı. filmde bmw marka arabayla doğu almanya'dan batı almanya'ya kaçış anlatılıyor.

kaçmak. kaçmaya çalışmak.

dünyanın hala en büyük problemlerinden bir tanesi. bmw mutlaka bu filmden dolayı gururludur. almanya'nın birleşiminde de mutludur. ancak yıllar geçmesine rağmen hala her gün bir yerlerde insanlar kaçarken canlarından oluyorlar. film bir şeylerin düzeldiğini anlatsa da hala sınırlar var, hala insanlar yurtlarında özgürce yaşamıyorlar ve kaçmaya çalısırken ölüyorlar.

kapitalizm zaman zaman büyük yalan.

29 Eylül, 2019

Sibel


takım hiçbir şey oynamıyor. işin daha da kötüsü iyi oyun anlamında ilerisi için ümit de vermiyor. futbolcular transfer edilmiş, 11 tanesi sahaya sürülmüş ve oynayın denmiş gibi... dünkü galatasaray- fenerbahce maçından sonra moraller bozuldu. yukarıdaki düşünceler akla gelmeye başladı. tabii bunları hiçbiri filmle alakalı değil. filmle alakalı olan kısmın maçtan dolayı canımın sıkılması ve kafamın dağılması için film aryışına girmem ve sibel'i görmem. sibel'den damla sönmez'in bir röportajına denk gelmemden sonra haberim oldu. hafta sonu evde pineklerken damla sönmez sanırım ntv'nin bir sinema programına konuk olmuştu ve filmden bahsediyordu. aklımda filmin adından baska hiçbir şey kalmamıs. izlemeden önce birkaç internet sitesine göz attıktan sonra, süresi de makul olunca izlemeye başladım.

film giresun'un kuşköy ilçesinde geçiyor. köyde hala kuş diliyle iletişim var. filmin yönetmenlerinin; guillaume giovanetti, çagla zencirci'nin bu durum dikkatlarini çekmiş ve kafalarında film projesi olusmus.

hikayesi itibariyle güzel film ama senaryo olarak epey zayıf kalmıs. anadolunun geri kalmıslıgı, insan üzerinde olusturdugu baskı kabul ettiğim gerçekler olsa da filmde o bölgenin resmedilişinin gerçekçi olmadıgını düşünüyorum. kadınların toplanıp sibel'i dövmesi, sibel'in yasadıgı dışlanmıslık bana çok fazla gerçekçi gelmedi. bu açından hem hikayede hem de senaryoda zayıf oludugunu düşünüyorum. toplum baskısı hisseden kadınların ve erkeklerin varlıgı kabul ettiğim gerçekler olsa da filmde sırf mesaj vermek için gerçeklikten biraz uzaklaşılmıs gibi.

filmin feminist bir damarı var. oradan bakınca aslında derdini anlatıyor. bu açından güzel film, derdini verebildiği için kotarıyor. bir kadının öyle bir köyde kendi içinde yasadıgı engele ragmen dimdik durabilmesi, kendi hayatını yasamak istemesini kafaya vura vura aktarıyor. vermek istediği mesajlar her ne kadar güzel olsa da sanki tamamen bu mesaja kafa yorulmus gibi. bir üst paragrafta anlatmak istediğim; o coğrafyanın gerçekliği, konusulan dil pek olmamıs. bu yüzden hikaye, alt metin ya da mesaj güzel olsa da genel olarak vasattan öteye gidemiyor film.

22 Eylül, 2019

Z Raporu #2


hayat bu aralar çok hızlı gidiyor. frene basmak istesem de imkan bulamıyorum. belki de hayatımın kontrolü bende değil bu aralar, bu yüzden duraklama yapamıyorumdur. hızlı akıp giden hayattan dolayı buralara pek bir şey yazamıyorum.hoş, yazacak genel olarak bir şeyim yok.

futbol sezonunu, daha doğrusu alt lig tribün sezonunu geçen sene oldugu gibi bu sene de darıca gençlerbirliği ile açtım. iki hafta öncesinin maçını şu anda yazabiliyorum. darıca stadı, kuşkusuz türkiye'deki en güzel stadyumlarından bir tanesi... küçük, sakin bir yerde, denize nazır bir stadyum. ne zaman darıca stadına maça gitsem burayı darıca'ya bırakmazlar, kesin stat yerine baska bir şeyler yaparlar diye düşünüyorum; kafamda rant düşünceleri gezinmeye başlıyor. maça tekrar dönecek olursak, darıca kendi sahasında sezonun ikinci maçında halide edip adıvar'a 1-0 mağlup oldu. son dakikalarda gol ararken dönen top korner oldu ve uzatmaların son dakikasında halide edip kornerden buldugu golle darıca deplasmanından üç puan aldı. ancak genel olarak darıca fena değildi. sezon içinde iyi bir santrafor standartı tutturabilirseler bu sezon iyi iş yaparlar.


apparat bu aralar dinlediğim şarkıcı... dönderip dönderip dinliyorum. herhalde biraz dinginlik istediğimden dolayı sık sık dinlemeye başladım. aynısı no clear mind dinlerken de oluyor. beni bir yerden alıp başka bir yerlere bırakıyor şarkı. bıraktıkları dünyada sanki zihnimde hiçbir şey yokmuş gibi hissediyorum.

 hayatta yeni kararlar alma aşamasındayım. ama bu kararları kim uygulayacak şimdi diye diye erteliyorum. erteleye erteleye bazı kararlar için yaş haddine takılmaya başlıyorum. karar alma kısmından ziyade kararı uygulama konusunda daha kararlı ve istekli bir insan olmak isterdim. maalesef değilim. sürekli ertelemeler. daha zaman var düşüncesinden dolayı hiçbir şey yapamıyorum.

yine bir dizi daha yarım kaldı sanırım. rita'nın üçüncü sezon ikinci bölümün bitti... orada kaldım ve ilerleyemiyorum. en son diziyi ne zaman izledim anımsamıyorum. zaten dizi konusundan aşırım tembelim. mini diziler hariç herhangi bir dizinin tüm sezonlarını izlememişimdir. rita konusunda kendimden umutluydum ama olmadı. yeni bir dizi honourable woman'a başlamak istiyorum. tek sezon mizi dizi. tam istediğim türde.

bloga güneşli pazartesiler ve gol serisi yapmaya çalısıyordum. güneşli pazartesiler bir yere kadar geldi ama gol bir posttan öteye gidemedi. kuşkusuz her hafta sonu harika goller atılıyor ama bloga ugramıyor o goller. bu postla birlikte yeni bir seri daha başlamış oluyor. ilki burada olan z raporu'nun ikinci postu bu olsun. zaman zaman genel olup bitenleri toparlama serisi...

25 Ağustos, 2019

Rita


uzun zamandır bir diziyi bu kadar hızlı sürede izlemedim. rita, netflix yapımı danimarka menşeili bir dizi. adını başroldeki karakteri rita'dan alıyor. rita, danimarka'da bir devlet okulunda öğretmen. 2 çocuguyla beraber okulun hemen yanından hizmetli binasında kalıyor. kirası uygun oldugu için. tabii hizmetli evi deyince akla gelen ev türünden değil. bizim buralar için birçok insanın iç geçireceği türden bir ev; bahçeli, dubleks, müstakil. oralar için makul evler sanırım.

bizim türkiye'de olsa diye bir söylem vardır. genelde yurtdısı gören yurdum insanı ya da yurtdısından bahsedilen bir konunun acayipliği, bizim burada olsa şöyle olur bağlamında kullanılıyor. genelde türkiye'nin olumsuz tarafı vurgulanmak için söylenir. daha kötü bir yer görüp bizim türkiye'de olsa söyle olur diyene denk gelmedi. bu yüzden çok sevdiğim bir söylem değil. her ülkeyi, her insanı kendi içinde değerlendrimek gerekir. burada faraklı mevzularda da konusunu geçirmiştim, bir ülkede turist olarak bulunmakla o ülkenin sistemine dahil olmak baska durumlar. uzun vakit geçirlen öğrenci değişim programları bile bir ülke hakkında yeterli gözlemi vermeyebilir. tatil yorumlarından ülke hakkında imaj çıkaracak olsak, turkiye hakkında turistlerin yaptıgı yorumlar hep olumlu olmustur. oysa tükiye'de yasayan birçok insan için durum hiç öyle olmayabiliyor. turistler tarafından hoşgörü, sıcaklık, misafirperver gibi yorumlarda bulunulan anadolu insanı, kendi gençleri için kırılmaz kabuk örebiliyor. toplumsal infial yaratan olaylarda anadolu yerle bir ediliyor. beklentiler farklı.

rita'yı izlerken zaman zaman bizim burada olsa demisliğim olsa da kendimi o duyguya çok kaptırmamaya calıstım. biliyorum ki davulun sesi uzaktan hos ama her ükenin kendi iç işlerinde de yasadıgı sorunlar olabiliyor. yalnız iç geçirdiğim durum eğitim hakkında oldu. rita'nin öğretmenlik yaptıgı kurum devlet okulu. öyle bir okul bizim memlekette benim diyen özel okullarda bile olmuyor ve yıllık ücretleri absürt olabiliyor. oysa diziden gördüğümüz kadarıyla gayet kendi halinde insanların çocukları öyle bir okula gidebiliyor ve eşit haklarından faydalanabiliyor. öğretmenlerin çocuklarla ilişkisi, velilerin öğretmenler ilişkisi, derslerin işlenişi ideal olan gibi gözüküyor. türkiye'de birçok şey değiştirmek isteniyorsa. çocukların eşit haklardan faydalanması saglanması degisimin basında geliyor. tabii bunun için toplumdaki gelir adaletsizliğinin giderilmesi gerekiyor. her toplumsal olay sonrası her şeyi bası eğitim olarak görülse de, esas problemin gelir adaletsizliği oldugunu düşünüyorum. türkiye, bunun önüne geçebildiği zaman diğer konuları daha rahat halledebilecektir.

dizideki ebeveyn, çocuk ilişkileri, arkadaslıklar çok takıldıgım konular değil. bunları görüp işte medeniyet diyemiyorum. kültür önemli olgu; aile yapısı, yetistirilme şekli farklı olabilir. ancak çocukların okul eğitmi konusunda insan batı ülkelerine imreniyor. daha sonra kendi aldıgı eğitimi düşününce, neden böyle sorusuna daha rahat cevap verebiliyor.

dizinin ilk sezonu bitti. ikinci sezonun iki bölümünü izledim. zaman zaman dizide saçmalıklar olsa da genel olarak kendini keyifle izletiyor. sanırım şu anda beşinci sezon yayında. 30-40 dakikalık bölümler var. tam aradıgım türde dizi. keyifle izliyorum.

18 Ağustos, 2019

Gol #1


blog için böyle bir seri yapmaya karar verdim. haftanın maçlarında atılan gollerden bir tanesini buraya taşıyacagım.

bu hafta için iki aday gol vardı. tony kroos'un celta vigo deplasmanında attıgı gol ve gönderilmesi gündemde olan dybala'nın hazırlık maçında triestina'ya attıgı gol... seçim zor olsa da dybala'nın golü daha çok hosuma getti. ilk dokunusla beraber gelen çalım, vurus; birinci sınıf... bu yüzden gol serisinin açılışını dybla ile yapıyorum

16 Ağustos, 2019

Imperial Dreams


kısa süreli izleyecek bir şey ararken buldum. konusu ilgimi çekince izledim. hapishaneden çıkan bir babanın oğluyla beraber hayata tutunma mücadelesi. konusunu gerçek hayattan, hayatın direkt içinden alan filmleri seviyorum.

film, sundance film festivalinde izleyici özel ödülü almış. kelebekler hakkında yazarken sundance'e ufak tefek değinmiştim. kuskusuz çok önemli ödül olsa da sundance'in bir filme ödül verirken gözettiği kriterlerin tatmin etmediğini yazmıştım. sundance için filmin güzel olması kadar bir hikayeyi ya da bir şeyi o hikayeyi bilmeyen birisine ulaştırmak, anlatmak önemli. bu minvalde kelebekler'in ödül aldıgı yazılıp, çizilmişti.

filme tekrar dönecek olursak, zaman geçirmek için güzel. dünyanın birçok coğrafyasında eski hayatı geride bırakıp yeni hayata başlamak zor. tası topragı altındır diyerek gidilen, gitmek için çekilişlere katılındıgı abd'nin içinde böyle hikayeler var. kuşkusuz garip bir ülke... insanı vezir ya da rezil edebilir. orada çok iyi şartlar da sağlayabilirsiniz çok kötü bir hayatın içinde de kendinizi bulabilirsiniz.

john boyega'nın oynadıgı bambi, doğuştan şanssız bir insan. amcasıyla, gettolarda çetelerle iç içe büyümek zorunda kalan birisi... hapishaneden çıktıktan sonra oğlu day ile birlikte daha iyi bir hayat kurmaya çalısıyor. hapishanede tutku haline gelen yazarlık peşinde koşuyor.

 sonu anlamsız bir şekilde bitiyor; son, izleyiciye bırakılan türden bir film de değil, sanki uutulmus, yanlıs yerden kesilmiş ya da kurgulanmıs gibi. final epey havada kalmış. genel olarak vasat film.

Seyyah Futbolcu: Lucas Ontivero


2013-2014 sezonun devre arasında 2 milyon euro'ya galatasaray'a transfer oldu. genç, gelecek vaaeden bir solaktı. henüz 19 yasında bir arjantinliydi. taraftar sever böyle topçuları. ontivero da kağıt üzerinde sevildi. mantıklı bulundu ama tabii işler pek istenilen gibi gitmedi. galatasaray'ın türkiye kupası'nda deplasmanda oynadıgı tokatspor maçı akılda kaldı sadece. o maçta etkili oynamıştı. hatırladıgım uzaktan sert bir şutu direkten dönmüştü.

durduk yere aklıma düşünce ne yapıyor simdi diye bakındım. süper lig'den sonra macaristan, slovenya, abd, şili, meksika, arjantin liglerinde oynamış. hem para kazanıp, hem ülke ülke gezmek, hem de sevdiğin işi yapmak. bir nevi futbol gezgini ontivero. son durağı şu an için malezya. malezya ligi'nde johor darul ta'zim II takımında gözüküyor. transfermakt'a göre en son istatistiği 17-18 sezonunda, meksika 2. liginde venados'ta oynarken kayıt altına alınmıs. sonrası yok.

kuşkusuz o da iyi bir futbolcu olma hayalini kurmuştur. avrupa'da önemli takımlarda kupa kaldırırken kendini hayal etmiştir ama gerçeker zaman zaman tokat oluyor insana. insan bir yerden sonra hayal ettiği gibi biri olamayacağını fark edebiliyor. şu vakte kadar olmadıysa, şu saatten sonra o insan olamam denilebiliyor. ontivero 25 yasında. genc yasına birçok ülke ve kulüp sıgdırmıs. muhtemelen artık hayal ettiği gibi bir kariyerinin olmayacağının farkındadır. bundan sonra futbol gezginliği devam eder; o lig senin, bu lig benim... güzel hayat.

Organize İşler


birçok kişinin izlediği ama benim izlemediğim kült film çoktur. bu da onlardan bir tanesi. filmden birçok replik, espri dile dolanmış günlük hayatta insanlar tarafından kullanılıyor. belki esprileri yapan insanların birçoğu, esprilerin filmden oldugunu bilmiyordur. bazılarını biliyordum ama birçok espriyi filmde görünce şaşırdım.

filmin kadrosu çok iyi. ufak tefek rollerde olan oyuncular da zamanla popülerleşmiş kendi kitlesini yaratmış. bazıları yancılıktan başrollere terfi etmiş.

film, tempolu, süresi makul kendini izlettiriyor ama hikayede ya da kurguda bir problem var gibi. bu tip filmleri izlerken çok sık aynı şeyi hissediyorum. haldur haldur film akıp gidiyor ama hikaye bütünlüğünde bir şeyler oldu bittiye getiriliyor gibi hissediyorum. kopukluk oluyor. teknik bilgim olmadıgı için sorunun ne oldugunu net ortaya koyamıyorum. ali ihsan yavuz sendromu gibi bir şey; hiçbir şey olmasa da kesinlikle bir şey oldu; bir sorun var, bir sıkıntı var filmde.

sazan sarmalı'nı izlemeden önce bu filmi izlemek istiyordum. organize işler'i çok fazla sevemedim. bazı filmleri zamanında izlemek güzel sanırım. recep ivedik filmi çıktıgından liseye gidiyordum. çok hosuma gitmişti. herhalde ilk film su anda vizyona girse ilgimi çekmez. organize işler de vizyona girdiğinden lise dönemime denk gelmiş. o zamanlar izlesem keyif alırmısım. bana hitap edermiş. ama tabii aradan yıllar geçti. neredeyse 30 oldum ve zevkler, igiler farklı evrildi. haliyle bu tip filmlerin içine giremiyorum.

14 Ağustos, 2019

Metastaz


sürekli karşıma cıkmasına dayanamayıp alıp okudugum bir kitap oldu. barış tekelioğlu ve barış pehlivan kitabın yazarları. çok fazla tatmin etmedi kitap. bu meselelere çokça kafa patlatan bu gazetecilerden daha iyi kitap çıkabilirmiş. her şeyden önce kitabın adı güzel. metastaz, kanserli hücrelerin vücuttan yayılması demekmiş. buradan hareketle ve kitabın içeriğini düşününce kitaba adı yakışmış.

çok fazla beklentimi karşılamadı kitap. sabah, mesai başlamadan önce çay, kahvaltı yaparken yarım saat haberleri takip ederek gündemden haberdar olan beyaz yakalı için yazılmış gibi. ülkenin geleceği hakkında endişeli, bir şeyler döndüğünün farkında olan insanlar için. kendimi de kısmen bu gruba dahil edebelirim artık. zira ülke gündemi, özellikle fetö, cemaatler, devletin bu konulardaki tutumları bir süreden sonra yoruyor. bu konulardaki haberleri takip etmek zorlaşıyor.

kitap, menzilcilerin sağlık alanında örgütlenmesinden baslıyor, fetö ile devam ediyor. fetö borsası, fetöcü iş adamlarının nasıl yargılamalardan kurtuldukları anlatılıyor. gülen'in ve onun yakınlarının, iş adamlarıyla ilişkisi direkt birince ağızdan, tapelerden kitapta yer buluyor.

aslında bildiğimiz, tahmin ettiğimiz şeyler zaman zaman bir kanıtla önümze sunuluyor kitapta. kitapta değinilen konular hakkında gazete, internet haberlerini okumayı seven insanlar için kitap çok fazla öğretici ya da bilgilendirici olamıyor.

13 Ağustos, 2019

La noche de 12 anos


unutursun'u dinlerken izlediğim film aklıma geldi. şarkının teması tabii farklı bir şeyi unutmak ya da unutmamak üzerine kurulu ama benim aklıma izlediğim film geldi. zaten blogu açma sebebim bu tür şeyleri unutmamak... genel olarak unutmak istenilen şeyler pek unutulamadıgı için onların geçmişte öylece kalmasından bir problem yok. sadece fazla kurcalamamak lazım.

film, üç gencin hapishane hayatını, mücadelesini, devletin faşitçce davranışını konu ediniyor. uruguay tarihi ya da bahsi geçen olay hakkından bilgim olmadıgı için o kısımlar hakkında yorum yapmam doğru değil. izledikten sonra basit google araştırmasından öte bilgim yok. zaten filmde de o kısımlar pek verilmiyor. önemli olan belki de o değil, ne olursa olsun yapılan insanlık dışı müdahaleler, buna rağmen haktan vazgeçmemek, direnmek, hayal kurmak...

uruguay'da üç muhalif, çeşitli sebeplerden dolayı mahkum ediliyor. askerin yönetimi ele geçirmesiyle beraber mahkumiyet zamanla esarete dönüşüyor. yapılan işkencelerle üç insan hayattan koparılıp baska bir canlı hüviyetine sokuluyor. yeme, içme, tuvalet gibi temel gereksinimler bile onlar için zaman zaman lüks sayılabiliyor. onları hayatta tutan bazen görüştükleri aileleri, bazen düşünceleri, bazen gördükleri bir ışık, duydukları bir ses... en ufak kıpırtı onları hayata bağlıyor. ve günün birinde ne tarafta olduklarını bile bilmedikleri seçim sonucunu radyodan duyuyorlar. dünyadan kopuk hayat yaşıyorlar. neden yapıldıgını bilmedikleri seçimle beraber ülkeye demokrasi geliyor ve mahkumlar serbest kalıyor. yıllarca süre gelen mahkumiyet ve işkence son buluyor.

filmde birçok kişinin mahkum oldugunu görsek de üç kişinin hikayesi üzerinde duruluyor. bu üç kişi zamanla ülkenin önemli konumuna geliyorlar; birisi yazar, birisi savunma bakanı, diğeri başkan oluyor. vosvosyula meşhur olan uruguay baskanı filmde anlatılan üç kişiden birisi.

bu insanların yaşadıkları işkence hayatından sonra geldikleri nokta inanılmaz. hak, kazanım kolay olmuyor. mücadele etmeden, zorluk çekmeden hiç olmuyor. tabii filmdeki gibi mücadeleyi hayal bile edemiyorum. hayallerimin ötesinde bir mücadele.

12 Ağustos, 2019

Grans


grans, türkçesi sınır. isveç, danirmarka yapımı ali abbasi filmi. filmi izlemeden önce isminden ötürü göçmenlerle alakalı zannettim ama tabii izlemeye başladıktan sonra alakası filmin göçmenlerle alakası olmadıgı anlasılıyor. daha sonra ali abbasi ile yapılan röportajı okudugumda, göçmen meselesinin kendi içinde ciddiye alınması gerektiğini ve trol hikayesi üzerinden anlatmayacağını söylemiş. güzel düşünce. göçmen meselesi günümüzde büyük problem, her konuda daha ciddi çalışmaları hak ediyor.

güvenlik görevlisi tina'nın farklı bir dış görünüşü var. bu durumu kabullenip ona göre hayatını yaşıyor. tina görünüm olarak insan olsa da aslında bir trol. insanlar tarafından yetiştirildiği için ona göre alışkanlıkları ve hayatı şekilleniyor. trol olmasından dolayı olağanüstü koku alma duyusu var. insanların kokusundan onların suç işleyip işlemediğini fark edebiliyor. bu da onu işinde başarılı bir görevli yapıyor.

tina'nın vore ile karşılaşması ve tanışması akabinde gelişen dostlukları, tina'yı daha eğlenceli bir hayatın içine çekiyor. trol olan bedenini ve kimliğini keşfediyor. kendisinde anormallik olmadıgını fark ediyor; doğasını keşfediyor. ona göre yaşamaya başlıyor. ama burada bir kırılma var. vore, insanlıga düşman bir canlı; insanlardan, insanların yaptıklarından nefret ediyor. bunu tina'ya söylediğinde de tina, iyi insanların olabildiğini, hepsinin kötü olmadıgı söylüyor. kırılma noktası burada. tina için mutlak iyi ya da kötü yok. bazı insanların trollere olan davranışlarından tüm insanlıgın kötü olması gibi anlam çıkarmıyor. tina için komşusu olan aile son derece iyi, yardımsever insanlar. ancak vore için durum tam tersi, insanlar mutlak olarak kötüdür. iyileri yoktur. cezalandırılmayı hak ediyorlar. belki de tina, vore'in bu düşüncesinden dolayı ona karşı soğumus olabilir.

film genel olarak vasat bulsam da sevdiğim film oldu. çok fazla fantezi türü sevmemem filme karşı bakısımı etkiliyor olabilir.

04 Ağustos, 2019

Taksim Hold'em


michaeld önder filmin yönetmeni. ilk uzun metrajlı filmi oldugu söyleniyor. film eleştirilerinde adını epey gördüm. bayagı övülüyor. kendisinde gelecek görülüyormus.

taksim hold'em'de gezi parkı protestoları zamanında bir evde geçenler anlatıyor. tek mekan filmi. dısarıda eylemler devam ederken, otuzlu yaslarında dört arkadaş evde toplanıp poker oynamak istiyor. tabii gezi parkı desem de filmde gezi parkı ile alakalı bir şey söylenmiyor. protestonun neden var oldugu, neden insanların sokakta olduguna dair bir şey söylenmiyor. bu yüzde filme gezi parkı hakkında yapılmış bir film olarak bakmamak lazım. ama tabii bazı diyaloglardan olayın gezi protestoları oldugu anlasılıyor.

film hakkında okudugum yazılarda ekseriyetle herkes odun karakteriyle kendini özdeşleştiriyor. ama birçok insanın altan gibi oldugunu düşünüyorum. en azından gezi parkı olaylarında dısarıda olan birçok insan altan gibiydi. sürekli tweet atma hali, olayları bağlamından ve gerçekliğinden koparıp manasız genellemeler yaparak insanları yargılamalar, bazı insanların ortam peşinde olmaları, goygoy, muhabbet, hayalin ötesine giden ütopyalar... olayların içindeyken böyle düşünmek tabii normal. protestoların üzerinden 6 sene geçtikten sonra, olayların soğumasıyla daha odun gibi düşünen insanları da anlayabiliyorum.

türkiye'de bu tip toplumsal olaylarda en büyük problem altan gibi karakterler... heyecanlı ama korkak, değişimi istiyor ama değiştirmek istemiyor. gencim ve geleceğim elimden alınıyor, başkasının tahakkümlerinde yasıyorum, hukuksuzluk var, düzene karsı gelelim, harekete geçelim diyerek galeyan yaratırlar ama olan rafi gibilere olur. işinden istifa ettiğiyle kalır, harekete geçer sokağa çıkar ama kendini gözaltında bulur. altan gibiler sürekli şikayet ederek yaşamaktan, sosyal medyada ortalıgı harlamaktan başka bir halta yaramazlar. türkiye'nin en parazit insanları. filmde de sürekli şikayet eden, düzene karşı gelen, bağıran, slogan atan, ortalıgı velveleye veren altan olmasına rağmen mantıklı hiçbir aksiyon almayan yine altan. bu tip altanlar o kadar çok ki toplumda, bu yüzden her şey slogandan ibaret kalıyor. sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla sesleri daha çok çıkıyor, gürültüleri duyuluyor ama silüetleri bile ortalıkta gözükmüyor. gözükse bile hafif bir bulutla, iki yudum suda eriyen pamuk şeker gibi altanlar bir anda yok oluyor.

bazı diyaloglar havada kalsa da, senaryo vasat olsa da sevdim filmi. ilk uzun metraj, bağımsız sinemadan çıkabildiği kadar güzel bir şey ortaya çıkmış. türkiye'de toplumsal bir olaydan, özellikle eğitimli denilen kişilerin katıldıgı toplumsal olaylardan bir şey çıkmayacağı güzelce, hiçbir düşünce biçimini yargılanmadan güzelce ortaya koyulmuş.

28 Temmuz, 2019

Gareth Sale


güzel manşet.

harf oyunlu ya da kelime oyunlu manşetlerin çok ince çizgisi var. gri alanı yok, ya iyi oluyor ya da kötü. bu iyi olanlardan.

gareth bale sansyonel şekilde real madrid'e transfer olmuştu. 100 milyon euroluk adam. transferi gerçekleştiğinde tarihin en pahalı transferi titri ona geçmişti. yeteneği o kadar ediyor muydu, beklentinin altında mı ezildi ya da yetenekliydi ama sakatlıklar belini mi büktü bilemiyorum, bekleneni veremedi.

as gazetesi de manşetten oyuncuyu satılıga çıkarmıs. böylesi yükek maliyeti ve sakatlık riski olan oyuncuyu kim alabilir. büyük soru işareti.

21 Temmuz, 2019

German Doner Kebab


başka kültüre gitmekle kalmayıp artık o kültüre ait olmak böyle bir şey sanırım. fotoğrafı buradan aldım, glasgow'da bir dönerci; dönerin meşhur olması kadar alman döneri olarak meşhur olması ironik. biraz bakınınca döner, dünyanın farklı noktalarında alman olarak nam salmış. türkiye'de bile alman döneri olarak satılan yerler bulunuyormuş. kuşkusuz almanya'da yapılan döner türkiye'de yapılana göre daha farklı ama neticede döner dönerdir.

aşağıdaki videoda da eski bir nazi sempatizanı nazi saçmalıgından dolayı 15 yıl boyunca döner yemediğini dile getiriyor. dönere bile ırkçılık yaparsın ama glasgow'da döneri alman diye görürsün.


07 Temmuz, 2019

Fleabag


vakit geçirmelik bir şeyler arıyordum. bir anda izlemeye basladım. aslında bir anda izlerken de bulmadım kendimi. özellikle vakit geçsin diye bir şey izlemek istediğimde uzun uzun dizi ya da film arıyorum. yine aynı bir arayış içindeyken, karsıma çıktı ve izlemeye basladım. bir kadının hayata karşı tutunma arayışı. tutunma, tutunamama yazınca arkadan agır dramlar gelebiliyor ama dizinin türü komedi. ödüllü bir komedi.

birinci sezonu izledim. ikinci sezondan da bir iki bölüm izledikten sonra unuttum gitti diziyi. nice diziler bende böyle heba oluyor. bir yere kadar izliyorum sonra öylece kalıyor. öylece kalma sebebi de dizilerin kendilerini tekrar etmesi. normal olarak tabii. sonucta tv series denilen bir şey... ama tabii bir yerden sonra sıkıyor bu tekrar işi. aynı karakterler, aynı olay döngüleri dönüp duruyor. dizi bir yere bağlanamıyor. mini dizileri ayrı bir yere koyuyuorum. anlatacağını kısadan veriyor.

yorumlardan anladıgım kadarıyla kadınların daha çok hosuna giden bir yapım. normal olarak. dizinin basrolunda kendi olarak var olmaya calısan bir kadın var. özgür, kendi işin yapan, baskasına muhtaç olmayan, kafasına estiği gibi yasayan... ama sadece kadınlara hitap eden tarafı yok dizinin. gayet herkes tarafından izlenebilir. epey eğlenceli. fleabag'in kendi kendine konusmaları, umursamazlıgı insanı hayata karsı şevke getiriyor. özgür olma ihtiyacı hissettiriyor.

şu an ikinci sezonu yayınlanmıs. akıbeti nedir bilmiyorum. ben birinci sezonu izledim. belki daha sonra ikinci sezonu da izlerim. büyük ihtimalle izlemem. ama izlediğim bölümler için konursam. izlemesi gayet keyifli, güzel, eğlenceli bir ingiliz serisi.

06 Temmuz, 2019

Bıçkın ve Ağlak-Yeni Türkiye'nin Hikayesi


kitabı dün bitirdim. can kozanoglu'nu seviyorum. seviyorum dedim ama okudugum kitap sayısı sadece bir. bıckın ve ağlak ikincisi oldu. aslında sevme sebebim şu, geçtiğimiz yıllarda kendisiyle yapılan röportajlardan bir tanesinden şöyle bir söylemişti. "Şu anda Türkiye'de siyasal olarak en rahatsız olduğunuz insanlar kim derseniz, AK troll denen insanlardan daha fazla rahatsız olduğum, HDP'nin sosyal medyadaki aşırı saldırgan genç Türklerini söylerim. Sosyal ortamda böyle bir tip var. HDP'nin çok saldırgan, küstah, genç bir Türk kesimi var. Kendilerini bir yerlere kabul ettirmek için bu hale geliyorlar belki. Saldırganlıkları, küstahlıkları, bir yerlere eklemlenmeye çalışırken gösterdikleri acımasızlıkları ve pek çoğunun temelsizliği. Yön bulamayıp da yönleri varmış gibi yapmaları. Onlardan ciddi rahatsızlık duyuyorum." 2015 yılına ait cumhuriye gazetesinden bir röportaj. bu cümleleri okuduktan sonra kendisine, fikirlerine meraklı olmustum. o zamanlar hdp'ye oy veren o kesimle alakalı hiçbir problem yoktu. gerçi hala yakın ama takıdıkları tavır, eleştiri kabul etmez durumları kendilerini inanılmaz sevimsizleştiriyordu. hala aynı tavır var. aynı gruba karşı eleştiri getirememezlik devam ediyor. eleştiri getirdiğiniz anda küçümseme, tepeden bakma gibi tavırlarla karşılaşıyorsunuz. 

2015 yılında duymak istediklerimi o röportajda okuduktan sonra yine duymak istediklerimi bıçkın ve ağlak'ta okudum. popüler kültür, sosyal medya eleştirileri hemen hemen benim düşüncelerime çok yakındı. 

sosyal platformlarda artık suya sabuna dokunmadan bulunuyorum. sebebi linç yememek. küfüre, hakarete katlanmak istemiyorum. ne için katlanayım onu da bilmiyorum. değecek olsa bir şeylere katlanayım hakarete ama bir şey değişmiyor. tam tersi linç eden insanlar linç edecek bir şey buldukça daha da idmanlı hale geliyorlar. ne ünlüyüm ne de herhangi bir sosyal konuda mesleki uzmanlıgım bulunuyor ama ben bile linç yemekten çekiniyorum. bu yüzden usul usul dolanıyorum. genel olarak kendimce bir şeyler yazdıgım iki yer var. bir tanesi burası, okuyucu kitlesi yok denecek kadar azdır. ikinicisi de eksi sözlük. orada daha fazla kişiye ulaşılabiliyor. türkiye'de linç kültürünü görmek için güzel bir ortama dönüştü. tabii bir twitter değil.

sözlük'te suriyeli baslıklarına çok sık yazarım. yazıgım gibi linç yerim. 10 sayfa bir şey yazıldıysa toplam 2 ya da 3 girdi mantklı, linç etmeden yazan insanların girdileridir. işin kötüsü linç dısına çıkıp, arastırıp iki kelime mantklı bir şey yazmak istediğinizde al evine suriyeli besle mesajını çat diye mesaj kutunuzda buluyorsunuz. ne alaka çözemiyorum tabii. o baslıklarda yağtıgım şey suriyeli övmek ya da memnuniyeti dile getirmek değil. lincin gereksiz olusu, hatta lincin bile yanlıs bilgiden kaynaklı oldugunu dile getirmek. sorunu kabul edip, mantıklı bir iki cümle kurabilmek. ama yok anında linç yiyorsun. bazıları daha da ileri gidip geri zekalı olmakla, ülkenin geleceğini düşünmemekle itham ediyor. ılık, pembe göt yakıstırmalarına girmiyorum bile. kitapta suriyeli özelinde olmasa da genel olarak benzer konulara değiniliyor. 

müzik, yemek, içmek, siyaset, cemaat, akp, 80'ler, 90'lar, sosyoloji... epey konuya değiniliyor. güzel bir sosyoloji kitap olmus. okurken sıkmıyor. mirgün cabas'n ve can kozanoglu'nun yanından o sohbete dahilmiş hissiyatı bende fazlasıyla oluştu.

29 Haziran, 2019

Gidebilmek


insan gibi hissetmek. yaşayabilmek. hayat zaman zaman cok acımasız bedeller ödetiyor. kızının daha iyi hayatı hak ettiğini düşünen el salvadorlu baba, meksika abd sınırını geçerken akıntıya kapılıyor.

aylan bebek aklıma geldi. ailesi onu savaştan kaçırmaya çalısırken minik bedeni sahilde bulundu. kuşkusuz dünyadaki herhangi bir bebek gibi o da en iyisini hak ediyordu. yaşasaydı bugün 7 yaşında ve ilkokula gidiyor olacaktı ve o da genellemelerden kurtulamayıp linç yiyecekti.

eksi sözlük'te siktir olup gitmek baslıgı var. herkes umutla bir yerlere gitmeye çabalıyor. ama nereye gidilirse gidilsin, yanında doğduğun, büyüdüğün yerleri, yaşanmışlıkları da götürüyorsun. tabii hoş karsılanmıyor bunlar; entegre, adapte diyor ev sahipleri.

kalmak, gidebilmek, gitmek ve yaşamak. hepsi bazı insanlar için çok zor.

09 Haziran, 2019

Kona fer i strid


ingilizcesi woman at war. türkçeye de herhalde savaşta kadın olarak çevirisi yapılmıştır. tam olarak bilemiyorum. fransa, ukrayna, izlanda yapımı olsa da konu, hikaye izlanda'da geçiyor. yönetmeni benedikt erlingsson. daha önce aynı yönetmenin hross i oss filmini izlemiştim. tabii bunun farkına filmi izledikten sonra vardım. imdb'de filmle ilgili bakınırken yönetmenin baska filmini izlediğimi fark ettim. daha sonra filmle alakalı yazdıgımı okudum ve o zaman filmle ilgili düşüncelerimi hatırladım. blog yazmanın faydalarından bir tanesi.

film aktivist bir kadının izlanda doğasını tahrip eden ağır sanayi şirketlerini sabote etmesini konu ediniyor. dağların kadın halla, izlanda siyasilerinin yaptıgı ve yapmak istediği uluslararası anlaşamlarla izlanda şirketlerinin doğaya zarar verdiklerini düşünüyor. bu düşünceden hareketle tamamen münferit olarak şirketlerin işlerini baltamalaya çalısıyor. böylece şirketlerin işlerini azaltarak doğanın tahribatını önlemeye çalısıyor. tabii eğer bu hikaye gerçekten izlanda gündeminde varsa, davulun sesinin uzaktan hoş olsa da yakında o kadar da hoş olmadıgını anlıyoruz. her ülkenin kendi içinde politik problemleri olabiliyor. bu problemleri gidilen ya da yaşanılan ülkenin iç işlerine dahil oldugunuzda anlayabiliyorsunuz. yoksa uzaktan benim için izlanda doğası, kültürü, iklimi muazzam bir memleket.

önceki filmde yazdıgım şeylerin benzerini bu film için de yazabilirim. izlanda yapımı izlediğim ikinci film oldu ve ikincisi de beni içine alamadı. harika çekimler, mükemmel izlanda doğası, yer yer güldüren kara komedi... ama filmin bütününe bakınca pek bana hitap eden türden komedi olamadı. bana hitap eden türden olmasa da kötü film değil. gayet izlenebilir, derdi olan, derdini anlatan bir film. bu açıdan bakınca iyi film diyebilirim.

06 Haziran, 2019

Okuyamamak


bayağıdır okuyamıyorum. sebebi iş yoğunlugu olarak görsem de tam olarak öyle dğeil. 9 günlük bayram tatilinde de elime şu ana kadar bir şey almadım. huzur'u okuyordum, severek okuyordum ama ara verince bir daha geri dönüp okuma isteği olusmadı. bu sefer yeni kitaba başladım yeni şehirde bir öğle vakti. yine çok severek okuyordum ama ara verince yarım kaldı. romanı bırakıp tarih okuyayım dedim olmadı. demek ki anlık süreç deyip çok fazla zorlamamaya karar verdim.

kitapları uzun zamandır kindle üzerinden okuyorum. matbu kitap en son ne zaman aladım hatırlamıyorum. belki motivasyonumu düşüren şey teknolojidir deyip, okumak istediğim kitabı matbu olarak almayı planlıyorum. belki sorun teknolojiye kendimi fazla kaptırmamdır.

Chernobyl


çok fazla dizi izlemeyi seven bir insan değilim. sebebi uzun soluklu olmaları. genelde dizileri bir, iki sezon takip edebiliyorum; sürekli aynı şeylerin tekrarını izliyor gibi hissediyorum kendimi. bir iki sezondan sonra diziden kopuyorum. bu yüzden mini diziler benim için biçilmiş kaftan oluyor. dizilerde eğip bükülmeden konu, olay anlatılıyor.

chernobyl'i sevme sebeplerimden bir tanesi mini dizi olması. belki uzun soluklu iş olsaydı bu kadar içine giremezdim dizinin.diziyi dün bitirdim. bana göre mükemmel dizi. olayın kendisi baslı basına ilgi çekici, anlatım da güzel olunca ortaya böylesine mükemmel bir iş çıkıyor. mükemmel diyorum ama chernobyl faciasını bildiğim kadarıyla mükemmel diyorum. ya da sovyetler hakkında çok fazla şey bilmediğim için mükemmel diyorum.

sovyet bürokrasinin, yönetiminin, kurumlarının eleştirisi, kimilerine göre karalamaları komünizm üzerinden oluyor. ancak pekala biliyoruz, komünist olmayan birçok ülke bu dünyaya facialar, insanlık krizleri yaşattı. bu yasanan facialar anlatılırken ya da sorgulanırken sistem üzeriden eleştiri yapılmıyor, sistem üzerine gidilmiyor. genellikle eleştiriler kişiler, partiler ya da devlet üzerinden oluyor. kavramların inşa edildiği düzene laf edildiğini göremiyoruz. bundan dolayı chernobyl dizisinde devletin inşa edildiği sistem üzerinden yapılan eleştiriyi haksızlık olarak düşünüyorum. bu eleştirilerin bilinçli olarak getirildiğini, anti komünizm tadında olduguna kısmen hak veriyorum. kuşkusuz sovyetlerin kendi içinde problemleri vardı ancak sovyetler'in komünizm ile alakası olmasa bile böyle bir olayın yaşnma ihtimali vardı, devlet adamları muhtemelen yine benzer şekilde hareket edecekti. bu tip facialarda yöneticilerin davranış biçimlerinin sistem ile alakalı oldugunu düşünmüyorum. çünkü irili, ufaklı komünist olmayan ülkelerinde yaşattıklarında da devletlerin benzer tepkiler verebildiğini görebiliyoruz.

dizi imdb üzerinde su anda 9.7 gibi puana sahip. 153 bin kişi oylamış. şu dakikadan sonra düşse bile en kötü ihtimalle 9'a düşer. bu da diziyi tüm zamanların en iyi yapımlarına arasında rahat sokabiliyor. dizinin bu kadar sevilme nedeni kuşkusuz hikayenin ilgi çekiciliği, gerçekliği ve anlatımın güzelliği.

diziye yapılan eleştiriler genellikle dili üzerinden. neden rusça değil, ingilizce. açıkçası dil beni çok fazla rahatsız etmedi. rusça olsa da ancak bu kadar dizinin içine dahil olabilirdim. diğer eleştiri de anti komünizm üzerinden. buna kısmen hak verebiliyorum. dizi tamamen bu amaçla mı yapıldı bilemiyorum. ama diziyi yaparken faydanılan kaynaklar ve dizideki bazı sahneler gereksiz sistem eleştirisi üzerine girmiş.

oyunculuklar, çekimler, resimler muazzam. sinemada, dizide gerçek hikayelerin anlatılmasını zaten çok seviyorum. her ne kadar yapılacak eleştirileri olsa da her yönüyle benim için çok iyi dizi.