31 Aralık, 2018

2018'de Ne Dinledim



yılın yarısında askerlik münasebetiyle bir şey dinleyemedim aslında. genel olarak bakınca iyi bir liste oldugu da söylenemez. spotfiy, bazı şarkıları birkaç sefer dinlememe rağmen listeye almış. zoraki bir liste olmuş sanırım. birinci sırada geçen senenin birinci şarkısı var. geçtiğimiz sene epey dinlesem de bu sene pek dinlememiştim aslında. yine de seviyorum böyle listeleri. seneye şöyle bir gözetlemek güzel oluyor.

30 Aralık, 2018

Roma

 

beğenenen, beğenmeyen. bu ne şimdi diyen, hayatımın filmi bastım 10'u diyenleri okudum sürekli. epey merak ediyordum ama izlemeye fırsatım olmuyordu. aslında vakit yaratıyordum ama o vakit bu aralar kitap okumaya gidiyor. bu yüzden filmi izlemeyi sürekli erteledim. film, hem twitter'da hem de ekşi sözlük'te insanları ikiye ayırmış; gri alanı yok gibi duruyor. bu kadar kutup yaratacak bir film mi bilemedim.

alfonso cuaron, filmi tek başına üretmiş neredeyse; yönetmeni, senaristi, görüntü yönetmeni... hikayede kendi hikayesi. belki de bunun için filmde her şeye el atmış. film sevilir sevilmez ayrı ama müthiş titizlikle yapılmış. filmi sevdim ama hayatımın filmleri arasına girecek kadar değil. bununlar beraber kötü, vasat demek de bu filme hakarettir. zevkle oturdum izledim. siyah beyaz filmlerden epey sıkılan ben, hele hele bu film eski değil de yeni bir yapımsa filme adapte olamıyorum. izlerken zorlanıyorum. bu filmde öyle olmadı. harika sahneler var. mobilyacıda geçen sahne; öğrencilerin protestosu, doğum sahnesi; oradaki oyuncuların hastane çalışanlar olması, çocuklarla birlikte gidilen deniz; iki çocugun hayatını kurtaran cleo'nun bebeğini düşünüp ağlaması... mükemmeldi.

alfonso cuaron'un izlediğim üçüncü filmi. children of men, gravity ve roma, sıralama yapacak olsam children of men>roma>gravity olur herhalde. roma'yı bir daha izlesem belki birinci sıraya da gelebilir. çok keyif aldım aslında ama bir şey de eksik gibi kaldı. eksik kalan ne onu bilemiyorum.

25 Aralık, 2018

Bedel


olayları ya da durumları, dramatize veya romantize etmeyi sevmem. oldugu kadar gerçekçi bir insanım ama şu fotoğrafı görünce epey üzüldüm. olay üzerinden biraz geçti, sıcaklıgını kaybetti sayılır ama metin akpınar'ın bakışı fazlasıyla hüzün veriyor. 77 yaşındaymış. bu yaşında sessizce yerinde durabilirdi, kendi halinde yaşayabilirdi ama sesini çıkardı. o ses ihtiyaçtan çıkan bir ses. çocugun yeni yeni anlamsız heceler çıkarması gibi. susturmak mümkün değil. çocuktan çıkan anlamsız heceler onun doğal halidir. o seslerin çıkmasını engelleyemezsiniz. metin akpınar da konuşma ihtiyacı hissetti. düşündükleri, söyledikleri engellenecek bir ses değildi. her dönemin bedel ödeyenleri var. metin akpınar da maalesef payını almış. allah sağlıklı, huzurlu ömür versin.

21 Aralık, 2018

Dogman


dogman, bir matteo garrano filmi. filmin başrolünde de marcello fonte var. cannes'de en iyi erkek oyuncu ödülü almış. sonuna kadar hak edilmiş bir ödül. muhteşem performans.

marcello, italya'da küçük bir kasabada köpek bakım işleriyle uğraşan bir insan. ufak bir dükkanı var, dükkanında köpeklere bakım yapıyor. eşinden ayrı. eşiyle beraber yaşayan bir de kızı var. kııyla olan ilişkisi çok güzel. imrenilecek bir ilişki. beraber tatile gitmeyi, dalış yapmayı seviyorlar. marcello'nun çevre dükkanlarındaki arkadaşlarıyla da ilişkisi iyi. saygınlıgı var ama görünüşünden kaynaklı zayıflıgı da var. saf değil lakin görünüşünden dolayı onu ezmeye çalışanlar da var. marcello, illegal işlere de giriyor. görünüş itibariyle zayıf bir insan, zayıflıgını da biçare kullandırıyor. uyuşturucu kullanıyor, temin ediyor, zoraki de olsa hırsızlığa yardım ediyor. uyuşturucu ve hırsızlık yanyana gelince bir insanı yeteri kadar kötü yapıyor ama marcello, arkadaşlarının soydugu evde; kendisi de buna yardımcı oluyor, çok ses çıkardıgından susması için buzluğa atılan köpeğe geri dönüp yardım ediyor, köpeğin hayatını kurtartıyor. hırsızlık da yapıyor, hayvanlara karşı merhamet de gösteriyor. çokça, özündeki iyi insana kendisini bürüyen zayıflık yeniliyor.

alt metinle ilgili yazılan, çizilenler var. film görünüşte sert, büyük bir köpeğin havlaması, hırlamasıyla başlıyor. böyle sert bir köpeğin tüm kontrolü marcello'da. onu yıkıyor, temizliyor ve sonunda köpek gayet uysal bir şekilde hareket ediyor. hayatta da marcello biraz böyle. insanları, özellikle simon'a köpeklere davrandıgı gibi davranıyor. sakin, şefkatli, dost canlısı... ama hayatta bu işe yaramıyor. sert, dişlerini gösteren, anlayışsız insanlara nazik davranmak nuri bilge ceylan'ın memleket için söylediği sözleri hatırlatıyor. "Bizim halk zayıflığı sevmiyor. Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız saygı hemen azalmaya başlar, hissedersiniz." zayıf  marcello en sert köpekleri bile idare edebiliyor. ama insanın dünyasında zayıflık acziyet oluyor. marcello aslında hırsızlık yapmak istemiyordu, evine gidip köpeğini beslemesi gerektiğini söyledi ama hırsızlık yapmak zorunda kaldı. soygunu yapmak istemedi ama yapmak zorunda kaldı. marcello'nun zayıflıgı simon karşısında, yani hayatın karşısında eziliyor.

genel olarak begendiğim film oldu. marcello fonte'nin oyunculugu harikaydı. matteo garrano muhteşem çekmiş. senaryoda ve hikayde biraz eksiklikler olsa da izlemesi keyifli güzel bir film olmuş.

13 Aralık, 2018

2001: A Space Odyssey


kült bir film izlerken bu kadar sıkılacağımı hiç düşünmezdim. daha önce de çok meşhur, kült olmasına rağmen izlerken sıkıldıgım filmler oldu ama 2001'i izlerken bambaşka bir boyuta geçtim. daha önce izlediğim kubrick filmlerini çok sevmiştim. favori yönetmenim olmasa da kubrick'i seviyorum ama 2001 boğdu beni. uzayın boşluğunu komple göğsümün içine doldurdular sanki.

filmi bitirdikten sonra, hemen yazılanları okumaya başladım ve yalnız olmadıgımı anladım. yapıldıgı yılın ötesinde oldugu kesin ama günümüzde izleyince içine girilemiyor sanırım. genel olarak bilimkurgu sevmemezlik gibi durumum olunca, filmi hiç sevemedim.

evrim, yapay zeka, bilimin ileride geleceği noktanın anlatılması, filmin yapıldıgı dönem itibariyle kubrick'in ne derece acayip bir adam oldugunun göstergesi. yapay zekanın triplere girip kontrolden çıkması, son yıllarda sıkça revaçta olan konu. daha önce kitaplarda, filmlerde türünün az örneği olan konular, bugün birçok insanın dilinde. yapay zekanın insanların elinden alacağı meslekler, yapay zekanın getireceği yeni fırsatlar... yazılan tezler, kitaplar, hikayeler. bu taraftan bakınca kuşkusuz bambaşka kafalar tarafından üretilmiş bir film. ama ben 2018 yılında sıkıldım o ayrı tabii...

09 Aralık, 2018

The Departed


filmi iki hafta önce izledim sanırım ama film hakkında bir şey yazamadım. merak ediyordum. uzun zamandır erteliyordum. izleyeyim artık dedim ama hüsran oldu tabii. belki de puanından dolayı beklentimi fazla yüksekldi. bilemiyorum. benzer temada daha iyileri var. neden bu kadar yüksek oy almış onu da pek anlamadım.

 imdb top 250 filmlerini izlemeye çalışıyorum. filmin bana en büyük katkısı listeden bir filmin daha eksilmesi oldu. film kesinlikle kötü değil ama o puanı hak edecek kadar iyi de değil. leonardo'yu severim. güzel, yakısıklı insan, iyi de oyuncu ama the departed bütün olarak çok da fazla tatmin etmedi.

06 Aralık, 2018

Sakıncalı Piyade


evde birçok uğur mumcu kitabı var. zamanında babam, uğur mumcu hayatını kaybettikten sonra sonra set halinde almış. tabii hiçbir tanesini baştan sonra okumamış. bazı kitapların içinde bir sayfa kıvırılmış. evde benden başka kitap okuyan olmadığı için muhtemelen alınca bir heves okumuş babam, kaldıgı sayfayı köşesinden kıvırmış, sonra devam etmeyip rafa kaldırmış. tabii evdeki bu kitapların hepsi bana kaldı. zaman zaman okuyorum. genel olarak bu kitapları okuma konusunda tembelim. gözüm başka kitaplarda oluyor.

sakıncalı piyade'yi oblomov'u okurken ince olmasından mütevellit araya sıkışıtrdım. uğur mumcu'nun cezaevi ve askerlik anılarından olusuyor. kendisi yedek subay olarak askerlik yaparken devrimci düşüncelerinden, devlete karşı komünizm tehlikesinden, fikir suçundan yargılanıyor. cezaevine girdiğinde üzerinde asteğmen üniforması var. daha sonra tahliye oluyor. süreç sonunda sakıncalı piyade olarak askerliğini er olarak ağrı'da tamamlıyor. askerlik sonrasında da bu kitabı yazıyor.

uğur mumcu zamanın aydın insanı. gerçek bir aydın. insanın cezaevine gireceğini bile bile düşüncelerinden taviz vermemesi ve inandıgı düşüncenin üzerine gitmesi onurlu davranış. bu aslında normal, olması gereken bir durum ama futboldaki basit oynamanın zor olması gibi bir durum aynı zamanda. gerçekleri söylemek her dönem birilerini kızdırıyor.

12 mart dönemlerini anlamak için güzel kitap. akıcı üslup, ciddi acılardan çıkarılmaya çalışılan trajikomediler. sudan sebeplerle cezaevine gönderilen insanlar. sanırım memleket her dönem aynı. her dönem egemenler bastırıyor ezilenler ses çıkaramıyor. çıkaranların ömürlerinde de yaşadıkları dramlar çok ağır basıyor.

Emekli Albay Mehmet Arkış, Deniz Gezmiş ile birlikte yargılanan Osman Arkışın babasıydı. Ali Elverdi başkanlığındaki Sıkıyönetim Mahkemesi, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan ile birlikte, Osman Arkış’ı da ölüm cezasına çarptırmıştı.
Mehmet Arkış, karardan sonra, oğlu Osman Arkış’ı, Mamak Cezaevinde ziyaret ederek, oğluna yüreklendirici birkaç söz söyler. Üsteğmen Burhan Poturna hemen, ölüm cezasına çarpıtılan oğluyla birkaç kelime konuşan baba Mehmet Arkış’ı, sıkıyönetim savcılığına ihbar eder.
Tanık kim olacak? Poturna, bunun da çaresini düşünür. Cezaevinde görevli erleri tanık gösterir. İddiaya göre Mehmet Arkış’ın suçu, Silahlı Kuvetlere hakaret ve 12 Mart Muhtırasına küfür etmek. Mehmet Arkış, Ali Elverdi’nin başkanlığındaki mahkemece tutuklanır.
Duruşmaya tanıklar çağırılır. Tanık erler, bir türlü “Muhtıra” sözcüğünü kullanamazlar. Muhtıra yerine çoğu kez “Muhtar” derler. Duruşma yargıcı, tanık erlerden birine sorar:
- Sen duymuşsun, bu sanık, neye küfretti?
- Muhtara komutanım.
- Hangi Muhtara?
- Bizim muhtara.
Mehmet Arkış’ın 12 Mart Muhtırasına küfür ettiği, işte böyle inanılır tanıklarla kanıtlanmış oluyordu…

04 Aralık, 2018

Güneşli Pazartesiler #1


böyle bir seri yapmak istiyordum uzun zamandır. serinin ismini güneşli pazartesiler koymuştum aklımda. ancak şarkıları paylaşmak pazartesi değil, haftanın diğer günleri aklıma geliyordu ve erteliyordum. aslında yine pazartesiyi kaçırdım ama olsun paylaşıyorum ilk şarkıyı. bundan sonra muntazam devam eder umarım...

şarkıya gelince, neden ilk şarkı bu oldu bilmiyorum. çok çok özel değil. haftalık keşifte görünce açıp dinledim. bir de yakın zamanda kelebekler'i izlemiştim. orada değil ama tolga karaçelik'in diğer filmi sarmaşık'ta vardı bu şarkı. şarkının oldugu sahne filmin belki de en güzel sahnesiydi. bir de askerdeyken garip şekilde dilime dolanmıştı. bu yüzden ilk şarkı deniz üstü köpürür olmasını istedim.

30 Kasım, 2018

Kelebekler


senenin merak ettiğim yapımlarındandı. izlemek istiyordum. çok önemli bir ödül alınca merakım daha da artmıştı. tolga karaçelik'in sarmaşık filmini izlemiştim. çok begenmiştim. biraz o filmin bana doğal referans olmasından dolayı bu filmi de seveceğimi düşünmüştüm ama öyle olmadı.anneleri vefat etmiş, babalarından ayrı, birbirinden de ayrı üç kardeşin hikayesi anlatılıyor filmde. baba, en büyük çocuguna kardeşlerini toparlayıp hemen köye gelmesini istiyor. kardeşler de babanın bu isteğine uyarak ne oldugunu bile bilmeden hep beraber arabayla köye doğru yola çıkıyorlar. ucundan kıyısından yol filmi tadı da var.

filmi sevmedim. çünkü bana fazla zorlama geldi. sevmeme sebebim senaryodan kaynaklı. köydeki diyaloglar, cenaze fazlasıyla zorlama ve gerçek dışı. elbette bu bir komedi filmi, olayın ve durumun içinde abartı olacak ama bu abartının gerçekle olan çizgisi önemli olmalı. o çizgiyi geçince gerçeklikten kopuş oluyor.

filmden sonra okudugum yorumlarda epey beğenen oldugunu gördüm. youtube'da filmle ilgili değerlendirme videolarını izledim. filmin aldıgı sundance ödülü ile ilgili bir konu dikkatimi çekti. ödülü daha önce duymuştum ama neden verildiği, ne tür filmlere verildiği, ödülle amaçlanan nedir gibi soruların cevaplarını bilmiyordum. kültür bakanlıgı'ndan destek bulamayan film, yüzlerce film arasından sıyırılıp prestijli bir ödül alıyordu. bu durum bende merak uyandırdı. filmle ilgili ilker canıklıgil'in videosu izledim. beğendiğini söylüyor filmi. neden ödül aldıgını da sundance'in ne oldugunu söylerek açıklamaya çalısıyor. videoda değindiği bir nokta var. bağımsız sinemayı bir nevi desteklemek için bu ödül veriliyor. farklı kültürleri tanıtmak gibi kendi içinde de misyonu var ödülün. bu yüzden filmde farklı bir kültür, güzel bir üslupla anlatıldıgı için ödül aldı muhtemelen. benim için sorun tam olarak burada. abd'de yaşayan bir insan olsam bu film çok hosuma giderdi. çünkü türkiye'deki kırsal hayatla, aile ilişkileriyle, kültürle alakalı çok fazla bilgim olmazdı. her şeyi filmde anlatıldıgı gibi oldugunu düşünürdüm. ama türkiye'de yaşadıgım ve türk oldugum için filmde anlatılan olayların öyle olmadıgını düşünüyorum. örneğin cenaze merasimi fazlasıyla abd tadında. defin edilen kişinin mezarda kalması, hocanın aydınlanma yaşaması, kaçması ve cemaatin hocayı kovalaması, cenaze sahiplerinin ve cenazenin ortada kalması; bunlar mümkün olmayan olaylar. abartı sınırının fazlasıyla geçildiği noktalar.  bununla beraber cenazeden bir gün önce üç kardeşin toplanıp rakı içmesi, köyde evin avlusunda bağıra bağıra şarkı söylemeleri de olacak işler değil. tabii bir insan dilediğini yapar. böyle bir olay yaşanması kişinin kendi özgürlüğü. ama ortada bir kültür anlatımı varsa ki, ödülü alma sebebi olarak gösterilen sebeplerden bir tanesi bu durum, böyle bir kültür türkiye'de yok. bu yüzden bazı sahneler zorlama geldi. bartu küçükçağlayan'ın oynadıgı kenan karaterinin suratında tavuk patlıyor ve adam tüm gün yüzünde kanla geziyor. bir kişi de çıkıp yüzünü yıka demiyor. akşam çıkıyor, gece geliyor yüzünde hala kan... tüm bunlar filmden aldıgım tadı düşürüyor. final sahnesi ayrı bir hikaye... filmin hikayesi ağır dram içeriyor ama aynı zamanda da yoğun komedi var. film yoğun dramdan çıkarılıp daha makul bir şekilde bağlanmaya çalışmış ama o da pek olmamış gibi...

çekimler, görüntüler çok iyi, hikaye de güzel ama senaryo maalesef zayif kalmış. tabii bu kültürü sundance nereden bilsin? çekim harika, kurgu güzel, kültüre hakim olmayan biri için senaryo da güzel, oyunculuklar iyi haliyle ödül almamak için bir sebep yok.

28 Kasım, 2018

The Lion King


aslan kral. ormanların kralı. film bittikten sonra eksi'de bir şeyler okuyayım dedim, neredeyse herkesin sinemada izlediği ilk film özelliğini taşıyor. haliyle düzgün bir şeyler okuyamadım orada. daha önce filme birçok kez maruz kaldım ama baştan sona oturup izlememiştim. geçenlerde twitter'da 2019 yazında remarke edilmiş haliyle gösterileceğini görünce izlemek istedim. bir de süresi çok kısa. dizi uzunlugu kadar. kısa bir vakit ayırıp izledim.

animasyon pek sevmiyorum. en iyileri bile beni sıkıyor. bu yüzden çok fazla izlemiyorum. kült olan yapımları izlemeye çalısıyorum. the lion king bu işin nirvanası sanırım. çok popüler. popüler olması sebebi animasyonun güzel olması kadar insanların filmle olan hikayesiyle de ilintili. birçok kişinin çocuklugunda izlediği bir animasyon. bu yüzden duygusal bir tarafı var.

teknik, senaryo hakkında yorum yapacak değilim. izlemesi gayet keyifli. kedigillere olan sempatimden ötürü sevdim diyebilirim. remarke halini şimdiden çok merak ediyorum. ancak şu da var; eğer süresi uzun olsaydı muhtemelen sıkılırdım. bana göre süresi harika. fazla uzatmadan bitti. keşke her animasyonun süresi böyle olsa. çok daha rahat izlerdim.

26 Kasım, 2018

Gebzespor 3-1 Silivrispor


güzel, güneşli sayılabilecek çok da sıcak olmayan bir havada stadın yolunu tuttum. gebzespor'un teknik direktörü değişmiş. maç oynanırken farkına vardım. takım, sezonun ilk yarısı bitmeden üçüncü teknik direktörü aleattin çiçek ile yoluna devam ediyor. rakip silivrispor. iki takımın ligdeki konumunda ötürü mutlaka kazanılması gereken maç. gerekiz kaybedilen puanlar sonucunda gebzespor ligin dibine doğru gitti. bereket son iki sıradaki takımların durumu gerçekten kötü. o takımlar biraz derli toplu olsa küme düşmek gebzespor için büyük tehlike olabilirdi.

teknik direktör değişikliği takımı etkilemiş gibiydi. önceki teknik direktör ziya inday ve turgay keleş'i beraber oynatıyordu. turgay keleş, ziya inday'ın arkasında oynamaya çabalıyordu. çabalıyordu diyorum çünkü oyuncunun pozisyonu santrafor ama forvet arkası gibi oynuyordu. buna rağmen elinden geldiğince oynuyordu. emre fırtına ile beraber takımdaki en sevdiğim isimlerden biri tugay keleş. maçı izlerken elinden geleni yaptıgını görebiliyordum. yaşına rağmen fiziği gelişmiş. güçlü, kuvvetli. ayağı da düzgün. tek sıkıntısı çabukluk. biraz da hız problemi var. bunlar gelişir mi çok emin değilim.

maça gebzespor iyi başladı. yeni teknik sorumlu aleattin çiçek, ideal 11 sayılabilecek kadroyla maça başladı. ilk yarıda saruhan'ın ortasında oğuz basaran ceza sahasında topa gelişine vurdu ve kalecinin de biraz hatasıyla durumu 1-0 yaptı. ikinci yarıda silivrispor'un kendi kalesine attıgı golle durum 2-0 'a geldi. turgay keleş ise harika golle durumu 3-0 yaptı. bu skordan sonra takım biraz rehavete kapıldı. tribünlerin de kuşkusuz bunda payı olmuştur. çünkü sahada oynayan takımı desteklemekten çok deplasman tribünündeki bir otobüs silivri taraftarı aleyhine tezahürat yaptılar. sürekli kendilerince onlarla dalga geçtiler. karşı taraftan en ufak bir hareket olmamasına rağmen deplasman tribününe yönelik küfürlü, alaylı tezahüratlar bitmedi. açıkçası canımı sıkmadı değil. tribün güzel olay ama bu şekilde değil. neredeyse yarım saat sahadaki takımı bırakıp rakibe yönelik tezahüratın tribün yapmak oldugunu düşünmüyorum.

bu galibiyetle gebzespor biraz nefes aldı. puan tablosunu net hatırlamıyorum ama galibiyete rağmen sliviri'yi altına alamadı, sıralaması değişmedi gebzespor'un. haftayı bay geçtikten sonra velimeşe deplasmanına gidiliyor. zor deplasman. bu yüzden silivri maçından alınan üç puan çok önemliydi.

Big Night


1996 abd yapımı film. italya'dan abd'ye göçen primo ve secondo isimli iki kardeşin hikayesi. abd'ye göçen iki kardeş abd'de italyan restoranı açıyorlar. amaçları gerçek italyan mutfagını kaliteli, düzgün bir şekilde amerikalılar ile tanıştırmak. ama işler umdukları gibi gitmiyor. secondo'nun kendi bildiğinden taviz vermemesi, kardeşi primo'nun ticari düşünmeye başlaması iki kardeşin çatışmasına dönüşüyor. ağabey ile kardeşin yaşadıkları çatışma da bu tip ortak işlere girenlerin yaşadıgı türden; farklılıklar zaman zaman içinde çıkılmaz problemlere dönüşebiliyor. sanırım önemli olan bu noktada bir tarafın taviz vermesi. yoksa işle olan ilgili problem daha da büyüyüp dallanıyor.

izlemesi keyifli, iştah açıcı bir film. abd yapımı olsa da karakterlerin italyan olması, dilin zaman zaman italyancaya dönmesi, italyan mutfagı olması filmi bir yerde italyan da yapıyor.

20 Kasım, 2018

Şehir


bir şiir vardı diyordum kendi kendime... zamanında okumuştum ama aklımdan gitmiş. sadece şiirin şehirle ve gitmekle alakalı oldugunu hatırlıyordum. ne bir dize ne de bir cümle aklımda... geçtiğimiz haftalarda biraz bakındım ama bulamadım. hani kaybedilen bir eşyayı, alakasız bir anda bulursunuz ya, şu an öyle oldu. okudugum kitapta şiirden alıntıya denk geldim. kavafis'in şehir şiiri. harika!

bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin
bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.

yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
bu şehir arkandan gelecektir.
sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
başka bir şey umma-
ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de

Yol


hayal mayal izlediğimi hatırlıyordum. filmi izlemeye başlayınca bazı sahneleri gördüğümü anımsadım ama ne zaman izlediğim konusunda hiçbir fikrim yok. geçenlerde ünlü yönetmenlerin en sevdiği filmler isimli bir liste gördüm. ilgimi çeker böyle listeler, merak edip incelerim. orada da birçok ismin favori filmlerden bir tanesi olarak dikkatimi çekti yol. elbette filmin varlıgından o listeyle haberdar olmadım. film izlemeyi seven birçok insan, izlemese de yol filmini duymuştur. hakkında iyi kötü bir şey biliyordur. benim durumum da bundan halliceydi. yasaklı bir film, ödül aldı, yılmaz güney çekim sırasında hapishanedeydi vs.

film, yılmaz güney ile bilinse de yönetmeni şerif gören. bu konuda da zaman zaman tartışmalar olabiliyor. bir film kime aittir, kimle bilinir? yönetmen mi, senarist mi ön plana çıkar. bu tartışmalardan bağımsız ikisnin de emeği bir hayli fazla... cezaevinde bulunup böyle bir senaryo yazmak, senaryonun ve filmin nasıl olacağının yönetmene aktarılması, yönetmenin yılmaz güney isminin altında kalmadan hem maddi hem de coğrafi zorluklarla bu filmi çekmesi büyük işler. tüm bu zorluklardan çıkan yol, 1982 yılında cannes'da en iyi ödül filmini alıyor. kurgusunu hapishaneden yurtdışına firar eden yılmaz güney yapıyor. film uzun süre türkiye'de gösterime girmiyor. yasaklanıyor. neden yasak oldugunu dönem şartlarından anlayabiliyorum. diyarbakır ekrana geldiğinde büyük puntoyla ekranda kürdistan yazması, bugün çekilmiş bir filmde olsa yine tepki görecektir. nitekim tüm yasaklara rağmen film 1999 senesinde yılmaz güney'in eşinin çabalarıyla türkiye'de de gösterime giriyor.

yol, beş mahkumun hikayesini anlatıyor. en vurucu seyit'in hikayesi olsa da salih'in hikayesi beni daha fazla etkiledi. özellikle hasta yatagadında arkadaşını ziyeret ettiği sahnedeki diyaloglar film boyunca beni en çok etkileyen kısımdı. insan yalan söylüyor. başkalarına da söylüyor kendine de söylüyor. işin daha kötüsü bu yalanların zamanla gerçeğe dönüşmeye başlaması. salih, kayınbiraderinin ölümünde suçunun olmadına kendini ikna etmiş. bu yalana inanmış. arkadaşı diyor, savcıya, hakime yalan söylüyorsun, peki ama bana neden yalan söylüyorsun? ne hakimim, ne yargıcım... insanın çevresinde böyle yargısız, infazsız olayları oldugu gibi kabul eden insan bulunması büyük nimet. genelde hikaye öyle olmaz çünkü. yargılamalar, serzenişler, öğütler bolca olur. oysa insanın ihtiyacı sadece yargılamayan bir insan. olayları oldugu gibi kabul eden, dinleyen.

filmde tüm karakterler dönemin toplumun içinde bulundugu çarpıklığı, cehaleti gösteriyor. ahlak bekçileri filmde anlatılan her hikayede var. trende yolcular, seyit'in karısının ailesi, mevlüt ve sevdiği kadının peşine takılan kadınlar... toplumun ahlak bekçileri. her zaman her ortamdan her anda var olan ahlak sorumluları. yok olmuş değiller.

dublaj problemi bir hayli fazla. güçlük içinde çekilmiş, teknik problemler olan bir film. bunu anlayışla karşılayabiliyorum ama yine de bana fazla adından söz edilen bir film gibi geliyor. yılmaz güney'in içinde bulundugu durum ve hikayesi, filmi biraz daha değerinden yukarıya çektiğini düşünüyorum. her şeye rağmen 1982 yılında böyle bir film çekmek cesaret istiyor. belki de bu cesaret filmi şu anki değerinde tutuyor.

19 Kasım, 2018

Transit


senenin merak ettiğim filmlerindendi. alman sinemasını seviyorum. yakın dönemde de çok iyi filmler yapıyorlar. aslında film tam olarak alman sineması da değil. almanya-fransa ortak yapımı. diller arasında da sık sık geçiş oluyor. iki ülkede de konu bolluğu bir hayli fazla. özellikle nazi dönemi, doğu-batı almanya zamanlarını güzel işleniyor.

transit, nazi dönemlerinden bir hikayeyi anlatıyor. ancak o dönemde yaşanan hikayeyi bugünün dünyasında canlandırıyor. sokaklar günümüz sokakları ancak hikaye geçmişe ait. insanlar göç etmeye çabalıyor. bir bekleyis, korku hakim. ülkeden çıkmaya çalısırken baska bir insanın kimliğine bürünen georg... film bir ülkede illegal olarak bulunmanın zorlugunu verebiliyor ama her şey birbirne karısmıs vaziyette; diller, karakterler, zaman, mekan.... bu yüzden izlemesi zor film. süresi uzun olmamasına rağmen izlerken yoruyor. yer yer sıkılmadım da değil.

göç, mülteci temaları genel olarak seviyorum. ancak bu filmde bir türlü filmin içine giremedim. bu yüzden film vasatın ötesine geçemiyor.

17 Kasım, 2018

Müslüm


filmi vizyona girdiği günden beri izlemek istiyordum ama bir türlü fırsat olmuyordu. nihayet dün izleyebildim. salonda yaşlı diyebileceğim insan çok olması dikkatimi çekti. epey 60 yas üstü insan vardı. bununla beraber gençler de epey yoğundu. değişik kitlesi var filmin. her kesimden izleyici bulmuş. filme gitmeden önce spoiler yemeden birçok yorum okudum. bu yorumlardan da haliyle beklenti oluştu. beklediğim kadar iyi bir filmle karşılaşmadım. sanırım okudugum yorumlar beklentimi fazla yükseltti ama müslüm gürses'i çok seven, hayranlık duyan birkaç kişiden de filmin iyi olmadıgına dair yorumlar okudugum için beklentimin biraz düştüğünü düşünüyordum. aşırı merakla filmi izledim. niyahetinde tatmin olmadan sinemadan ayrıldım.

müslüm gürses ikonik bir adam. hayatının zor oldugunu biliyordum ama bu kadar sert, üzücü bir hayatı oldugunu tahmin etmiyordum. annesi, babası, kardeşleri... çok zor bir hayatın içerisinden çıkıp bu noktaya ulaşabilmiş. müslüm gürses son yıllarda farklılaşmıştı. seslendirdiği şarkılar farklılaştı, haliyle hayran kitlesi farklılaştı çok daha geniş kesime hitap etmeye başlamıştı. müslümcüler lümpen, avam hatta daha da altı görülürken bir anda müslüm gürses dinliyor olmak diye bir şey ortaya çıktı. arabesk müziğin yanından geçmeyen insanlar müslüm gürses dinlemeye başladı. şarkıları dizilere, filmlere jenerik oldu. müslüm gürses jiletçi denilen insanlardan alındı, başka bir yere koyuldu. filmde bunlar görülemiyor. kendilerine zarar veren hayran kitlesi nasıl oluşmuştu? neden diğer arabesk şarkılar söyleyen sanatçılarda değil de müslüm gürses dinlerken insanlar kendilerinden geçiyordu? müslüm gürses'i diğer sanatçılardan farkı neydi? okudugum, dinlediğim kadarıyla müslüm gürses konserleri yasaklanma noktasına bile gelmiş zamanında. hem bu noktaya nasıl gelindiğine ve o hayran kitlesinin nasıl oluştuguna dair hem de yaşanan dönüşüme; müslüm gürses'in farklı şarkıları yorumlaması ve zamanında kitlesine lümpen denirken bir anda oluşan müslümcülere dair bir şey anlatılmıyor. buralar pas geçilmiş. şarkılarla, türkülerle, konserle görüyoruz bu kısımları. neden oldugunu göremiyoruz. filmde dram dozajı inanılmaz yüksek. müslüm gürses'in karşılaştıgı acılar verilmiş. müslüm gürses müslüm baba olduktan sonra, belli bir konum edindikten sonraki kısımlar geçiştirilmiş gibi. filmin ilk yarısındaki aile içi yaşanan travmaları göstermek için film yapılmış sanki. arabesk kültürün oluşumuna, müslüm gürses'i müslüm gürses yapan müslümcülere dair pek bir şey göremiyoruz. hatta müslüm gürses ile ilgili, filmle alakalı yorumları okurken de en müslümcü olmak gibi yorumlar var. babayı biz çok önceden severdik, şimdi kıymete bindi tarzında yorumlar çok bulunuyor. müslüm gürses tabiri caizse alt insan olarak görülen insanlardan çıktı baska kesimin müslüm babası oldu. haliyle hor görülen kitlenin de sahip çıkışı var. aslında bu bile filme girebilirdi. çünkü çok bariz bir dinleyici kitlesinde değişim var. bir tarafta müslüm gürses'in eski sadık hayranları, bir yanda da yeni nesil şarkılarla onu seven kesim. ortak paydaları müslüm gürses.

muhterem nur ayrı paragraf konusu. muhterem nur'un hikayeye konu olması daha ayrıntılı olabilirdi. başlı başına film olabilecek hayatı var. ikisini bir noktada birleştiren sevgi elbette ama o sevginin altına dolduran bir şey daha olmalı. aralarındaki bağın sevgiden öte ya da sevgiyi oluşturan kimyanın başka bir şey oldugunu düşünüyorum. aralarındaki ilişki daha güzel aktarılabilirdi. zerrin tekindor da olmamış. oyuncu olarak filmde tek sırıtan isim olabilir.

farklı bir iş yapmaya çalışılmış. görüntüler güzel, oyunculuklar iyi, eldeki hikaye kuvvetli ama tam olarak beklentimi karşıladıgını söyleyemem. hikayede birçok ana konu eksik oldugundan idare eder türünden bir film olmuş.

En Man Som Heter Ove


ingilizcesi a man called ove. türkçesi epey ilginç, hayata rövaşeta çeken adam. neden böyle çevirmişler bilmiyorum ama filmi izledikten sonra isim sempatik geldi. sanırım başından büyük trajediler geçmiş bir insanın hayata karşı attıgı gol epey sansasyonel oldugu dünülmüş. bu yüzden de rövaşetayı uygun görmüşler.

kitaptan uyarlama isveç filmi. kitabını okumadım. bu yüzden kitap üzerinden filme bir eleştiri yapamıyorum ama film beklediğimden güzel çıktı.

çocukken zorluklar içinde kalmış birisi ove. yaşadıgı hayat, kaybettiği işi onun emekli albay olarak takılmasına sebep oluyor. işsiz kalmadan önce de aksi bir adam ama işsiz kalmasıyla beraber işe ayırdıgı vaktini sosyal hayatına ayırınca daha da aksileşiyor. esini kaybetmesiyle yasadıgı buhran, sürekli intihara meyil etmesi ve her seferinde başarısızlığa ugraması hayata attığı golün hazırlanışı gibi... özünde milliyetçi bir insan, biraz sempatikleştirerek aktarılmış. milliyetçiliği ülkesinin yaptıgı işlerle övüyor. araba çarpınca, o bir volvo diyebiliyor. saab'a binmekle gurur duyuyor. fransız arabalarına fransız olmasından mütevellit laf ediyor. arkadaşı için sonunda bunu da yaptı diyerek bmw almasını eleştiriyor. almanlığa üstü kapalı çakıyor. tüm bunları ove sert, soğuk görünümlü olmasına rağmen ağır milliyetçilik olarak görmüyoruz.

film aksi adamın hayatı gibi olsa da göçmenliği ve kültür namına da bir şeyler anlatıyor. bireyci, daha kendi halinde olan kuzey insanlarının arasına daha sıcak diye nitelendirebilecek, bireycilikten uzak iran kadını bırakınca, ortam sanki daha güzel oluyor. ove'nin tekrar hayata tutunmasında, hayatta attıgı golün aslan payı komşusu parvaneh'e ait. ove'nin hayatına farkında olmadan burnunu sokması, ove'ye direkt etki ediyor. o kültürdeki insanlar hayatlarına bu kadar burun sokulmasına ne kadar izin verir orası da ayrı konu. biraz dozu kaçmış gibi olsa da komedi filmi deyip işin çıkılabilir bu durumun.

kuzey filmleri güzel oluyor. farklı komedileri var. soğuk gibi olsalar da çok sıcak filmler çıkabiliyor. bu film de onlardan bir tanesi. güzel, izlemesi keyifli bir film.

12 Kasım, 2018

Gebzespor 0-1 Nevşehir Belediyespor


maça biraz geciktim. saygı duruşu ve istikal marşı'na stadyum önünde denk geldim. bilet gişesine geldiğimde kalabalıgı görünce biraz da sıkıldım. zira maç başlamıştı. on dakida anca bileti alırdım. takribi on beş dakikayı kaçırırım diye düşünürken biletlerin maratonda 10, numaralıda 20 lira oldugunu gördüm. yüzde yüz zam demekti bu. zaten on lira vermemek için numaralıda izlemiyordum, maratona gidiyordum. yüzde yüz zammın fazla oldugunu düşünüyorum. gerçi almak istesem de o an bilet alamazdım. çünkü üzerimde nakit para yoktu. evdeki bozuk beş lirayı alıp gelmiştim. o da bir şeye yaramıyordu. daha sonra maraton tarafında, bağıran tayfa diyebileceğim stada girdiği kapının ücretsiz oldugunu öğrendim. oraya yöneldim. girişte cebimdeki bozuklukları gören polis onları bırakmamı istedi. 1 lirayı alıp çıkarıp gözünün önünde bırakıp yoluma devam ettim. cebimde hala 4 lira bozukluk duruyordu.

maça nevşehir taraftarı da gelmişti. muhtemelen istanbul'da ve gebze'de oturan nevşehirlilerdi. takımlarının gebze deplasmanı görünce, memleket sevdası deyip gebze'ye deplasman yapmıslar. 300-400 kişi takımlarını desteklediler. maç boyu karsılıklı atışma oldu. protokolde kavga çıktı. polis müdahele etti. karşı taraf tribünü bilen insanlar olsaydı muhtemelen daha büyük olaylar olabilirdi.

ilk yarıda takım fena değildi. ama genele bakınca, doksan dakikada gebzespor çok etkisizdi. her ne kadar direkten dönen toplar olsa da, o pozisyonlar oyuncuların bireysel yetenekleri sayesinde oluştu. turgay'ın şutu inanılmazdı. ceza sahası sol çaprazından, hagi'nin bilbao'ya attıgı gole benzer bir pozsiyonda harika vurdu. hatta biraz daha çaprazı ve uzağı... orada makul olan içeriye orta yapmak ama tugay sol ayağıyla mükemmel şut çıkardı. top direkten oyun alanına döndü. yine bir başka pozisyonda ziya gelişine, zor bir poziyonda çaprazdan uzak direğe vurdu, top yine direkten oyun alanına döndü. gebzespor kötüydü ama nevşehir de kazanacak kadar oynamadı. maçın hakkı beraberlikti. karambolden golü bulan nevşehir, skoru korudu ve kendileri için çok kritik 3 puan aldı.

maçla ilgili bir şey söylemek yersiz. gebzespor kümede kalsın yeter. takımın şanslı oldugu bir konu var, son sıradaki iki takım çok kötü. muhtelemen onlar düşecek. gebzespor çok büyük problem yaşamazsa kümede kalır ve önümüzdeki sezon iddialı kadroyla 2. lig hayalleri kurulur.

11 Kasım, 2018

Bohemian Rhapsody


sinemada izlemeyi istediğim bir filmdi. filmden çıktıktan sonra iyi ki sinemada izledim dedim. görsel olarak harika bir filmidi. şarkılar zaten enfes. senaryoda sanırım bazı problemler varmış. aslında tam olarak problem değil, biyografi nitelikli bir film oldugundan bazı değişiklikler yapılmış. tabii queen ve freddie mercury tarihine hakim olmadıgım için filmi izlerken bunun farkında değildim. filmi izledikten sonra yapılan yorumlarda bu eleştirileri gördüm. imdb'de su an 75 bin civarında oy kullanılmış. filmin puanı 8.4. muhtemelen 8.2'ye iner o puan.

film queen grubun hikayesini freddie mercury özelinde anlatıyor. oyunculuklar muhteşem. rami malek harika oynamış. özellikle yardım amaçlı düzenlenen live aid konserindeki oyuncluluk mükemmeldi. filmden önce kosner kaydını izlememiştim. daha sonra konser kaydını izlediğimde o sahnelerin neredeyse birebir aynı olduguğu gördüm. oyunculuklar, sahne, dekor, şovlar... her şey neredeyse gerçekteki gibiydi. o kısım bana göre filmin en güzel anıydı.

kuşkusuz alanında yapılmış en iyi iş. böylesi özel bir gruba, böylesi özel bir sanatçıya yakışır bir iş çıkmış ortaya. her şeyiyle kült sıfatını hak eden bir film. tabii şöyle bir durum da var. bana göre film harika. queen'i seviyorum. şarkılarını dinliyorum. ama bu sevgi hayranlık boyutunda değil. ne grup hakkında ne de üyeleri hakkında detaylı bilgi sahibi değilim. bu yüzden film bana göre baştan sonra kusursuz gibi geliyor. elbette bazı kafada soru işareti kısımlar olmadı değil. ancak onlar filmdeki sürekliliği etkileyecek bir sonuç çıkarmıyor ortaya. eğer grup hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olsam belki filmi eleştirecek şeyler bulabilirdim. bu da filmin beklentimin altına düşürebilirdi.

06 Kasım, 2018

Full Metal Jacket


stanley kubrick filmi. 1987 yapımı. abd vietnam savaşını konu ediyor. savaş karşıtı bir film. er ryan'ı kurtamak'tan sonra izledim bu filmi. araya da  a wednesday'i sıkıştırdım ama o tabii facia bir filmdi. er ryan'ı kurtamak'tan sonra epey yorum okudum savaş karşıtlığı ile alakalı. o filmin savaş karşıtı oldugunu düşünmüyordum. tam tersine milliyetçi insanların duygularını hareketlendirdiğini düşünenlerdenim. full metal jacket'ı da biraz bu gözle izledim. er ryan kurtamak'ta insanlar bakın şu sahne, şu replik diyerek savaş kötüdür direyek alt metin okumaya çabalıyordu. full metal jacket öyle değil, alttan alttan net bir şekilde anti savaş filmi.

film, ilk yarısı diye nitelendirilebilecek kısımda acemi eğitim bölüğünü konu ediyor. askerlikte yemin edene kadar kimse asker değildir. ne oldugunuz belli değildir. öyle takılırsınız. usta askerlik için hazırlanırsınız. acemi asker eğitimi kısmındaki disiplin muazzamdı. söylenen marşlar, yürüyüşler, atış talimleri... acaba gerçekten o dönemler filmde anlatıldıgı gibi miydi merak ediyorum. gerçi sürekli askerlerin eğitim ya da kontrol anları gösterildiği için bu düşünceye kapılmış olabilirim. savaş zamanı, cepheye gidecek askerlere disiplinde taviz verilmemesi normal. belki askerlerin dinlenme zamanında neler yaptıkları gösterilse askeriye disiplininin o kadar da korkutucu olmadıgı anlaşılabilir. bu usta birleğinde çok belirgin gösteriliyor. askerler daha rahat hareket ediyor. ancak yine de disiplin yıpratıcı. eğer askerde kendinizi ezdirmeye müsade ederseniz ezilirsiniz. kimse acımaz. üzerinize gelirler. intihar eden askere yapılanlar çok da abartı değil. arkadaş grubundan da dışlanması, sürüklendiği psikoloji kimsenin umrunda değil.

filmin ikinci yarısında askerler birliklerine gönderiliyor; görevi ordu gazetesinde muhabirlik olan bir askerin hikayesini izliyoruz. savaş zamanı çok da kötü görev değil. savaşın psikolojisini ve cepheden gelen bilgilerin halk manipüle etmek için nasıl kullanıldıgını görebiliyoruz. yalan denilebilecek, çarpıtılmış, halkın duymak istediği haberler yapılıyor. demokrasi götürmek için savaşan abd askerlerinin yerel halka olan ilişkisi demokrasinin güzel bir paravan oldugunu gösteriyor.

04 Kasım, 2018

A Wednesday


2008 yapımı hint filmi. konusu ilgi çekici olsa da oyunculuklar, çekimler çok kötü. imdb 250 listesinden gördüm. 8.2 puanı görüp meraktan izledim ama paunını belki de en hak etmeyen film olabilir. yorumlardan anladıgım kadarıyla hintliler yüksek puan vermiş. farklı ülkelerde yaşayan insanlar için büyük hayak kırıklığı.

kendi halinde yaşayıp giden bir insanın terör olaylarında bıkıp kendi çapında intikam alma çabası anlatılıyor. kurayla belirlediği dört isimden intikam almaya çabalıyor ama filmde oyunculuklar, ses ve bazı sahneler o kadar kötü çekilmiş ki insan bir yerden sonra konuya da odaklanamıyor. bir kedi sahnesi var. kedi kenardan baya ortaya atılıyor, hayvan dört ayak üstüne düşüyor. güya kedi inşattan çıktı, ürküten seslerin sahibi insan değilmiş, kediymiş. ama o nasıl çıkmak? hayvanı dört ayak üzerine düşecek şekilde kenardan attılar. bunun gibi benzer sahneler çok.

izlemeye gerek olmayan kötü yönetilmiş bir film. zaten hint filmleriyle aram yok. bariz bir şekilde mesaj vermeli filmleri sevmiyorum. ama bu film vereceği mesajdan da bağımsız net kötü.

03 Kasım, 2018

Saving Private Ryan


ertelediğim bir başka kült filmlerden. muhteşem ve uzun açılış sekansı, savaş sahneleri muazzam. bu konuda izlediğim en iyisi olabilir.

filmle ilgili iki eleştiri var. bu iki eleştiri de görüntülerden bağımsız aslında. savaş sahneleri herkes tarafından beğenilmiş. beğenmemek anormal olurdu. acayip bir şeydi. yapılan eleştiriler filmin propaganda olup olmadıgına yönelik. ben anti savaş propagandası olmadıgını düşünenlerdenim. filmde bariz bir amerikan propagandalıgı yapıldıgını düşünüyorum. ama bunu da yargılama ya da yadırgama gibi bir tutumda değilim. her ülke, sinemasını bu yönde kullanabilir.

filmin görüntüleri muhteşem olsa da bana göre yapıldıgını düşündüğüm propaganda, fazla amerikancılık, filmde hikayenin sarmaması filmi idare eder kategorisine soktu. hatta filmin sonlarına doğru biraz sıkıldım bile denebilir. bu da kuşkusuz hikayeden kaynaklı.

Shichinin No Samurai


seven samurai. üç buçuk saatlik bir şaheser. uzakdoğu sinemeasını çok sevdiğim söylenemez. harika filmler çıkıyor ama nedense benim pek ilgimi çekmiyor. filmin süresiyle beraber bir de siyah beyaz olunca, kült bir yapım olmasına rağmen izlemeyi sürekli ertelemedim. ancak ertelemekle hata yapmışım. muazzamdi. köylerini haydutlardan savunmak için çareyi samuraylarda bulan köylülerin ve köyü savunan yedi samurayın hikayesi. başlangıçta biraz durağan gibi geçse de filmden kopuş olmuyor. soluksuz üç buçuk saat izlenebiliyor. sinema tekniğinden çok anlamıyorum ama filmde kullanılan bazı teknikler ilk kez kullanılmış sanırım. bu da filmi diğer filmlerden çok ayrı yere koyuyor.

filmin yönetmeni akira kurusowa. eğer film izlemeyi, filmler hakkında bir şeyler okmayı, listeleri incelemeyi seviyorsanız bu ismi duymamak, görmemek imkansız. çoğu sinefili de geçtim, birçok yönetmenin en iyi filmler sıralamasında mutlaka kendisine yer buluyor. birçok insan için ilham kaynağı işlere imza atmış. ben adını birçok kez duysam da filmini ilk kez izliyorum. bazı diğer filmleri de izleme listemde ama onlara ne zaman vakit ayırıp izleyeceğim bilemiyorum. zira filmlerin akıcılığı olsa da süreleri uzun.

02 Kasım, 2018

Aile Arasında


gülse birsel komedisi. filmden sonra yorumları okurken sık karşılaştıgım tanım. eğer böyle bir şey varsa ki, birçok insan böyle bir tanım yapıyorsa vardır, ben hoslanmıyorum o komediden. genel olarak sevdiğim söylenemez. özellikle dizileri hiç sevemiyorum. buna kült olmuş avrupa yakası da dahil. filme tekrar gelecek olursak inanılmaz tempolu, izlemesi yorucu bir film ama güzel.

eşlerinden ayrılmış iki insanın kesişen hikayesi anlatılıyor. filmi izlerken fark etmedim ama yorumlardan sonra fark ettim, film tesadüfler üzerine kurulu. komedi belki böyle bir şeydir bilmiyorum ama bu kadar da tesadüf olmamalı. en azından gerçekçi olmalı. o onunla karşılaşıyor. avizeci adana'da çıkıyor. sonra müşteriye fotoğraf gösterirken fiko'yu görüyor. böyle birçok sahne var. tesadüfler silsilesi.

filmlerde trans kadınlar genellikle karanlık sokaklarda yasar. gece hayatları vardır. sosyal ilişkileri bile onların karanlık taraflarıyla ilgilidir. belalılar vardır. sürekli yanlış ortamlarda bulunurlar. dövülürler, öldürülürler... tabii bunlar o hayatların gerçeği ama bu insanların da sosyal hayatları var. hayatlarını yaşıyorlar. bu minvalde behiye karakteri çok hosuma gitti. filmdeki en aklı basında insan bir trans kadındı. filmlerde ya da dizilerde pek karsılasıtıgımız durum değil. bunun bilinçli yapıldıgını düsünüyorum. yine filmde toplumun dayattıgı şekilde yasayan, muhafazakar adanalı aile tarafından kötü olarak gösterilen kız tarafı var. ailenin giydiği kıyafet yadırganıyor. dövmelere laf ediliyor. hatta ailenin bu yüzden uyarılması gerektiğini kendi aralarında konusuyorlar. yaptıklar meslek yadırganıyor. bu sürekli gözümüzün içine sokulurken problemin muhafazakar ailede olması ve bunun harika bir finalle izleyice gösterilmesini çok sevdim. ahlak satan insanların en büyük ahlaksız olaması yine şaşırtmadı.

tempolu, harala gürele gitse de sevdim filmi. zaman zaman alttan, zaman zaman direkt verdiği mesajlarla iyi iş olmuş.

The Bucket List


jack nicholson ve morgan freeman isimlerini aynı anda görmek aslında filmi izlemek için yeterli sebep. filmin iyi olacağına dair beklenti oluşuyor. bu ikili olmasa film bu kadar iyi olur muydu bilemiyorum.

ölmek üzere olan iki yaşlı adamın hayattan keyif almak için yaptıgı son atak. bir tarafta hayatı boyunca okuyan, araştıran kendisi geliştiren bir otomobil tamircisi. diğer yanda da kendini bildi bileli sürekli çalışan, para kazanan, ülkenin en itibarlı insanı. ikisini ortak noktada bulusturan ise kaçırılmış bir hayat. sanırım her insan bir şey peşinde koşuyor ve o koşulan şeyin ne oldugundan önemsiz hayat kaçıyor. hayatı keyif alarak yaşamak belki de en zoru. yapılan planlar. yapılmak istenen planlar. yarım kalanlar. bir ömüre gerçekten hayat sığdırmak zor.

film izledikten sonra birçok insan bucket list yapıyor sanırım ya da heves ediyor. bu listelerin akıbetini merak etmekle beraber anlık gaz oldugunu da düşünüyorum. böyle filmler etkileyici, hayatı sorgulatıyor ama hayatın gerçeklerini bir türlü pas geçemiyoruz. en azından ben geçemiyorum. şunu yapacağım, ölmeden dünya gözüyle şunu göreceğim... olmuyor. hep bir şeyler engel olarak karşıma çıkıyor. engeller yüzünden de zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorum. bu da zaman zaman geç kalmışlık hissini uyandırıyor insan hayallerinden de vazgeçiyor.

ilk yarısı biraz can sıkıcı olsa da sonrası gayet güzel. özellikle dünyanın en güzel kızını öp maddesi beni çok şaşırttı. o madde için aklım çok düz çalıştı. böyle bir güzellik beklemiyordum. karşılıksız iyilik yine beni şaşırtan sahnelerdendi. iyi film. güzel film.

31 Ekim, 2018

Die Welle


kitaptan uyarlama bir alman filmi. kitabı okumadım. kitaptaki sonla filmdeki sonun bambaşka oldugunu yapılan eleştirilerde gördüm. bu iyi mi kötü mü bilmiyorum. zira filmin sonu kitaba göre çok sert oldugu söyleniyor. buradan yapılan bir eleştiri var kitaba sadık kalınmadıgı için. açıkçası böyle bir son beklemiyordum. beklememe sebebim de karaktelerin kendilerini bu kadar olaya kaptıracağını düşünmememdi. film bir lisede anlatılan otokrasi dersinin bir haftasını konu ediyor ve öğrenciler kurdukları die welle grubunun sempatizanı haline dönüşüyorlar. bu dönüşüm sürecine dair çok fazla bir şey göremiyoruz. bu kadar çabuk olmamalı. ya da bu denli sert dönüşüme okul yönetiminin tepkisi olmalı. burada bazı kopukluklar oldugunu düşünüyorum. ama tüm bunlara rağmen güzel film.

ekşi sözlük'te okuduguma göre bazı okullarda kitabı okutulmuş, sınıfta filmi izleyenler olmuş. lise çağındaki hatta üniversite çağındaki öğrencilere dahi izletilebilecek bir film. grubun, öğrencilerin dönüşüm süreci tam olarak iyi yansıtılmasa da, kendi halinde okula gidip gelen insanları nasıl değiştiğine ve diktatörlüğün her zaman potansiyel tehdit oldugunu izleyiciye verebiliyor film.

bir sahnede ülkesinde bir daha nazi tehlikesi olmayacağını söyleyen öğrenci, bunun için alman halkının yeterli bilince sahip oldugunu söylüyor. bunu söyleyen öğrenci de zamanla grup içinde dönüşen öğrencilerden birisi. öğrencilerin birçoğu kötü bir şey yaptığını düşünmüyor. onlara göre kendileri birlik ve beraberlik halinde yaşıyorlar. birlikten güç doğuyor. bunu aşırı doz milliyetçilik ile harman yaptıgımızda, yapılan her eyleme kendi çapında mantıklı açıklama getirmeye çalışan bir grup doğuyor.

biraz daha uzun tutulup öğrencilerin yaşadığı fikir dönüşümü daha ayrıntılı işlense çok daha güzel olabilirmiş. ama bu haliyle de bir hayli dikkat çekici, güzel bir film.

30 Ekim, 2018

Ölümlü Dünya


çok komik film. filmi böyle özetleyebilirim. gayet güzel özet oldu. uzun zamandır yerli, yabancı bu kadar komik film izlememiştim. komik film çok izledim de komik filmlere gülmüyordum ama film de gerçekten komik oluyordu. komedi filmlerine gülememek gibi bir durumum var. film ben askerdeyken piyasaya çıkmıştı ya da askere gideceğim zaman tam hatırlayamıyorum ama bu sebepten dolayı izleyememiştim. hoş, çarşı izni vardı ama onda da kışlaya erken dönme gibi mecburi olmayan bir zorunluluk vardı.

ali atay'ın limonata filmini izlemiştim. o da  komikti. ama bu ayrı komik. baştan sona çok iyi film olmuş. uykum olmasına rağmen oturdum izledim. uykum kaçtı. alper kul, doğu demirkol, feyyaz yiğit... hepsi rollerinin hakkını fazlasıyla vermiş.

filmle ilgili görsel ararken 26 ocak'ta sinemalarda yazısını gördüm. daha askere gitmeme bir buçuk ay varken piyasaya çıkmış. demek ki tamamen keyfi sebeplerle izlememişim. ama merak ediyordum çıktıgından beri. daha yeni izleme fırsatı buldum. çok da fazla şey yazmaya gerek yok. çok komik film.

28 Ekim, 2018

Gebzespor 0-0 Kozan Belediyespor


bir yanda alttan spor programı açık bir yandan da bu yazıyı yazıyorum. fenerbahçe evinde ankaragücü'ne 3-1 yenildi. sabah kadıköy'de sarı lacivertlileri görünce fenerbahçeliler erkenden toplanmaya başlamış dedim ama biraz daha yakından bakınca ankaragüçlüler oldugunu fark ettim. kuşkusuz harika bir deplasman olmuştur onlar için. akabinde moda sahilde oturduğumuz yere bir grup ünifebli genç gelince kalkma ihtiyacı hissettik. sahili onlara bırakıp taksim'e gitmek için iskeleye doğru yol aldık...

gebzespor'a gelince. maç cumartesi oynandı bitti. gebze'de kozan belediyespor ile 0-0 berabere kaldı. gebzespor'un kadrosunu yeterli bulmasam da evinde bu tip maçları kazanamayacak kadar kadronun kötü oldugunu düşünmüyorum. lakin takım pozisyona dahi giremiyor. kozan belediye'nin direkten dönen top gol olsa, maç daha farklı gidebilirdi. ortam daha da gerginleşebilirdi. zira taraftar sadece bir kıvılcım bekliyordu. kırmızı kart gören kozanlı oyuncuya edilen sinkaflar sonucu oyuncunun tribünlere karsılık vermesi tribünleri kızdırsa da etki etmedi. çakmağı boşa çakmak gibi oldu. çünkü deplasman soyunma odasına giden yere artık taraftar alınmıyor. bu yüzden olası olayların da önüne geçilmiş oluyor. geçmişte o kısımda epey sıkıntılıydı. kulübün başına birçok kez sorun çıkardı o tribün.

gebzespor haftaya şampiyonluk favorisi tire deplasmanına gidiyor. muhtemelen oradan da bir mağlubiyet gelecek. alttaki iki takımın çok kötü olması gebzespor için şans. yoksa çok daha büyük sorunlar yaşanabilir. umarım ligin geri kalanında en azında iç sahada takım maksimum puanı toplar be bu sezon böyle tamamlanır. önümüzdeki sezon ise daha iddialı takımla şampiyonluk yarışına girilir.

26 Ekim, 2018

Balık


film izlemek için bakınırken dikkatimi çekti. süresi de makul olunca izleyeyim dedim ama beklentimin altında kaldı. belki derviş zaim isminden dolayı beklentim yükseldi. imdb'de 5.8 gibi düşük puanı var. normalde izlemek istediğim filmlerin puanına film sitelerinden bakarım. izlenecek o kadar film varken genel olarak beğenilmemiş filmleri izlemiyorum. yabancı bir film olsa muhtemelen bu filmi izlemezdim ama hem konusu hem de derviş zaim filmi olması ilgimi çekti.

bir aile hikayesi. yasak avlanma sonucu başına hiç tahmin edemeyeceği işler gelen balıkçı kaya, hatasını fark ederek kendisini ihbar eder ve hapise girer. ortada kalan kızına da teyzesi bakmaya çalısır. tabii kaya'nın davranışı onu toplum tarafından da dışlar. derviş zaim flashforward sahnelerle hikayeyi anlatıyor. ancak hem senaryoda hem de hikaye bütünlüğünlüğünde problem var gibi. film izlerken bu hissediliyor. sinema tekniğinden anlamadıgım için çok ahkam kesmem doğru değil. sadece izlerken bir şeyin eksik oldugu hissediliyor.

vasatın altı bir film. süresi 80 dk. bu yüzden vakit geçirmek için izlenebilir. çok bir şey beklememek lazım.

25 Ekim, 2018

İtalyan İşi


Kar


film bir grup liselinin hikayesini içlerinden birisi olan müzeyyen özelinde anlatıyor. müzeyyen, toplumun kabul ettiği yaşamın dısında yaşayan, toplum baskısını hissetmeyen lise öğrencisi. lise öğrencisi olsa da iki kez sınıfta kalmış, hayatı çok da istediği gibi gitmeyen bir insan. bir gün kardeşi oldugunu iddia eden birisi gelir ve onunla tanısır. günlerini kardeşiyle geçirmeye başlar. kardeşini arkadaş grubuna dahil eder. derslerinde başarılı, tipik karşı komşunun oğlu minvalindeli ali ablasına ve ortamına hemen uyum sağlar.

zor hayatlar hep var. ancak bunu lise çağında pek idrak edemiyor insan. en azından ben öyleydim. şu anda tüm hayatım kendi tercihlerimle devam ediyor. bir topluluğa girerken, arkadaş edinirken birçok filterden geçiyor. kafamızdaki ideal insana göre davranıyor. oysa lise zamanları pek öyle değil. haliyle beraber vakit geçirdiğimiz arkadaşları daha oldugu gibi kabul ediyoruz. bu yüzden lise dönemlerini anlatan filmleri seviyorum. insanlar daha doğal ve saf oluyor. yapılan hatalar. ait oldugumuzu zannettiğimiz hayatlar. asilikler. kendimizi hep içinde bulundugumuz hayat gibi zannediyoruz. oysa hayat çok daha farklı noktalara götürebiliyor.

filmi sevdim. oyuncu grubundan bazılarını pek sevmesem de, başarılı bulmasam da film genel olarak iyiydi. yönetmeni, emre erdoğdu. henüz 28 yaşında. ilk işlerinin böyle güzel olması ilerisi için umut verici.

A Woman Under the Influence


psikolojik rahatsızlığı olan bir kadının hikayesi. onunla beraber eşinin ve çocuklarının da hikayesi. kadının bariz sorunları var. davranış problemleri. kalabalık ortamlarda, toplum içerisinde nasıl davranacağını bilmiyor. filmde de hastalığı hakkında bir şey söylenmediği için hastalıgı ne bilmiyoruz. kocasu durumu idare etmeye çalışıyor. karısı hakkında söylenenleri sürekli susturuyor. onun bir nevi tabiatının böyle oldugunu dile getiriyor. ama bir süre sonra işin içinden çıkamayınca eşini hastaneye yatırıyor. aradan geçen altı ay sonunda eşi taburcu oluyor ve eve dönüyor. tekrar hayatına devam etmeye çabalıyor. ama tabii öncesi sonrası hakkında hiçbir bilgi yok. kadın neden böyle oldu bilinmiyor. film başladı kadın hasta, devam etti hala hasta. kadının aile içindeki yaşamından bir kesit.

zor izlediğim bir film oldu. normalde bu tür hikayeleri, filmleri severim ama bir türlü filmin içerisine giremedim. bunun sebebi şu olabilir, zaman zaman filmin geçtiği kültüre kendimi aşırı yabancı hissediyorum. örneğin, kadın evde, çocukları göndermiş vakit geçiriyor. kocası iş arkadaşlarının eve davet ediyor, evde yiyecekler içecekler. kadının haberi yok. çat kapı. bir düzine erkek. normalde sorgulanacak bir durum olmamalı. kültür bu ama garip bir şekilde takılıyorum böyle durumlara ve filmden kopuyorum. filme tam olarak kendimi veremememin sebebi bu.

gena rowlands'ın oyunculuğu harika. filmi iyi yapan da onun oyunculuğu. filmi tek başına sırtlamış. oyunculuk vasat bile olsa film vasatın altında kalabilirmiş. zor izlediğim film olsa da izlediğim en ilginç filmleden bir tanesi oldu. bu yüzden genel olarak beğendim.

24 Ekim, 2018

Sev Beni


Paths of Glory


stanley kubrick filmi. henüz 28 yaşındayken bu filmi çekmiş, birinci dünya savaşı sırasında fransız askerleri idamını konu ediyor. askerlik, savaş psikolojisi, ast-üst ilişkisi, rütbeliler ve erlerin durumu...  film, savaş filmi olsa da cephe, silah, savaş görüntülerinde çok arkaplan ilgi çekiyor.

askerlik zor iş. meslek olarak zor. yıpratıcı, stresli, bunaltıcı... hangi meslek öyle değil? birçok meslek öyle ama bazı meslekler daha daha öyle. en önemlisi yenilgi kabul edememe durumu var. general mireau'nın saldırı emri yerine getirilmeyince hıncını askerlerden alıyor. her birlikten bir asker idam için yargılanıyor. düşmandan korkup saldırmadıklarından dolayı yargılama yapılıyor. oysa bundan daha doğal bir şey. düşmandan korkulur. korulması gerekir. hemen ertesi gün mahkeme kuruluyor ama askerlerin neredeyse hiçbir şekilde söz hakkı yok. er olmak geçici bir beden içerisinde yaşamak gibi... zamanı geldiğinde ölüyorsun. bilerek ölüme gidiyorsun. vatan, bayrak için çaba göstermen gerekiyor ama kura sonucu ölüme gitmene de beis görülmüyor. yine filmde oldugu gibi, biraz psikolojin bozuksa diğer askerleri de etkilememek için lav ediliyorsun. övünç kaynağı olduğun kadar utanç kaynağı da olabiliyorsun.

rahatsız komutanlar sanırım genel olarak tornada çıkmış gibi, her ülkede var. bir ere mi inanacaklar yoksa bir teğmene mi? askerde yaşadığın zorluğu kolay kolay ispatlama şansın pek yok. attığın imzaları okumadan direkt atıyorsun. ordu malısın. bu yüzden askerlik yaparken bir insan kendisini mümkün olduğunca sıkıntılı bir duruma düşürmemesi gerekiyor. bulundugu makamı keyfi kullanan komutanlar bir hayli fazla. angarya işler yaptıranlar, ego tatmin edenler. bulundugu konumun gücünü, belki de en savunmasız olan, hayatının bir döneminde mecburen, zorunlu olarak orada bulunan insandan çıkarabiliyorlar. gerçi bu askerlik mesleğinden ziyade birçok meslekte var. ancak askerlik mesleğinde emir komuta sert işlediği için daha çok dikkat çekiyor savunmasızlık.

film neredeyse kusursuz. gereksiz abartılar yok. özellikle idam sahnesi çok iyiydi. uzatmalara gitmeden her şey anlık olarak oldu bitti. olması gerektiği gibi. etkileyici. alman kadına söyletilen şarkı sonrası askerlerin açığa çıkan bastırılmış duyguları... güzel final. her şeyiyle iyi film.

22 Ekim, 2018

Sen to Chihiro no Kamikakushi


sprited away. ruhların kaçışı. 2001 yapımı, oscar ödülü kazanan ilk anime gibi bir titri var. hayao mayazi'nin yazıp yönettiği bir film. imdb listesinin tepelerinde yer alıyor. yüksek bir puanı var.

böyle filmleri arada merak edip izliyorum ama pek bana göre değil. olmuyor. en iyilerden bir tanesi bile tatmin etmiyor. anime seven insanlar için kuşkusuz çok çok iyi film; çizgiler, verilen mesajlar, konu gayet güzel ama benim anime ile pek aram yok. bu yüzden türünün en iyisi bile bende çok fazla etki yaratmıyor.

Terminator 2: Judgment Day


serinin ikinci filmi. mahşer günü. yine baştan sonra müthiş bir tempo ama bana ilk filmin yarattığı etkiyi yaratmadı. gerçi bilim kurgu sevgisizliğime rağmen filmi yine de sevdim. ama ilk filmi izledikten sonra yaşadığım his bu filmde olmadı. 1991 yapımı. arnold schwarzenegger yine başrolde. bu sefer daha çok repliği var. insani duyguları da öğrenmeye çalışan bir robot. karşısında kendisine göre daha gelişmiş bir robot var. sıvı alaşımlı bir şey. vursan vurulmaz. dövsen dövülmez. ütopik olarak nitelendirmek bile eksik kalır t1000 isimle robota.

dönemine göre kullanılan efektler çok iyi... üçüncü filmi de izlemek istiyorum ama sanırım ilk iki filmden sonra biraz hayal kırıklığı olmuş. bu yüzden izlemesem de olur gibi ya da uzun bir ara verip öyle izleyebilirim. şu anki teknoloji ile kuşkusuz çok daha iyi görsel efektler kullanılabilir ama sanırım olay salt onda bitmiyor. hikaye, senaryo önemli. bir de öncesinde iki tane efsane, kült film olunca, ne kadar iyi olursa olsun üçüncü film ilk filmin yaratacağı etkiyi yaratmayacağı kesin. bakalım, aradan zaman geçsin. üçüncüyü de izlerim.

20 Ekim, 2018

The Terminator


terminator çok sık duydugumuz, maruz kaldığımız bir isim. terminator gibi adam diyerek sıfatlaştığı da oluyor. ama bilgi sadece aşinalık boyutunda. filmi izlemese de birçok insan bilir. televizyonlarda o kadar çok gösterildi ki, baştan sonra izlenmese bile insanlar ucundan kıyısından yarım da olsa film hakkında düşünce sahibi. 1984 yapımı ilk filmi dün izledim. bilim kurgu filmlerinden sıkıldıgım için genelde bu tür filmlerden uzak duruyorum. ama bu kadar seveceğimi bilsem çok daha önceden izlerdim. kill bill sonrası ikincisini izlemek isterken kendimi terminator'ü izlerken buldum.

1984 yapımı kült film. şu an adını çok kez duyduğumuz yapay zekanın insanlığı yok edişi konulu. yapay zekanın insanların elinden alacağı meslekler temalı haberler yapıladursun, 1984 yılında böyle film çekmek muazzam iş. filmde 2029 yılında insanlığın makineler tarafından yok edildiği gösteriliyor. film ütopik olsa da uzak gelecekte insanlığın yaşayında çok büyük değişiklikler olacağı kesin. yapay zeka temalı filmlerin şu an tek sıkıntısı tarih gibi... 1981 yılından 45 yıl sonra dünyanın yapay zeka tarafından yok olacağını tahmin etmek kötü tahmin. gerçi o zamanı düşününce 45 yıl epey zaman. simdiden 45 yıl sonrası 2063... çok uzak zaman dilimi. kim bilir neler olacak. değişimin, tüketimin inanılmaz boyutlara ulaşması, yapay zekanın da gelişimini hızlandırıyor. sürücüsüz otomobiller. google'ın atlas robotu. yapay zekanın gittiği nokta su an akıl almayan bir yer olabilir.

arnold schwarzenegger başrolde. okuduğuma göre terminator rolünü başkası oynayacakmış. daha sonra kendisinin oynaması düşünülmüş. böylece bir efsane doğmuş. film baştan sona su gibi akıp gidiyor. bilim kurgu filmlerden genelde sıkılırım. pek zaman geçmez, sürekli süreyi kontrol ederim. ama bu filmde öyle olmadı. uykum olmasına rağmen zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. harika film. mükemmel.

19 Ekim, 2018

Kill Bill: Vol. 1


tarantino filmlerini seviyorum. bu cümleyi kurup kill bill'i daha önce izlememiş olmak da benim ayıbım. bolca kan, harika müzikler, intikam... kanın gövdeyi götürdüğü bir film. mensubu olduğu eski ortamın hayatının içine eden bir kadının intikamı.

filmi izlemeye başlayınca mantık hatalarına takılı kaldım. gerçeklik aramaya başladım. hastanade onca olay olmasına rağmen kimsenin ruhunun duymaması. arabada saatlerce geçen süre. polislerin olmaması gibi düşüncelere dalıp giderken bıraktım bu düşünceleri filmin içine girdim. keyfini çıkardım. film bittiken sonra sanırım ekşi sözlükte okudum, gerçek insanlarla çekilmiş anime tanımlaması gördüm. film hakkında en güzel yorum bu bana göre. bu yüzden birtakım mantık hataları gibi gözüken şeyler gözardı etmek gerekiyor. filmin içindeki duyguları hissetmek önemli.

uma thurman güzel kadın. hatta okuduğuma göre tarantino filmde onun oynamasını özellikle istemiş, bir nevi film onun için yazılmış. hamileliğinden dolayı da filmin çekimleri geç başlamış. fazla olan sahnelerden dolayı yapımcılar filmi ikiye bölüp yayınlamış. geceye ikinciyi izlerim gibi. genelde ilk filmi izledikten sonra ikinci filmi hemen izlemem. araya baska filmler girer ondan sonra serinin devamına bakarım. ama kill bill'in ikinci filmini hemen izlemek istiyorum. bir de merak uyandırdı. yeni ölüm listeleri.

normalde kan gövdeyi götüren filmlerden pek haz etmiyorum. hatta fazla aksiyon da sevmiyorum ama tarantino filmleri bu düşüncemin ististanası oluyor. şu ana kadar sevmediğim filmi yok.

18 Ekim, 2018

Gebzespor 1-2 Nazilli Belediyespor


gebzespor için çok önemli maçtı. belki de kırılma maçlarından bir tanesiydi. kazanması halinde puanı 13 olacaktı ve üst gruptan kopmayacaktı. aslında şu anda da hiçbir şey için geç değil, lider ile puan farkı 5 ama takım 11. sırada, arada 5 puanlık dilimde 10 takım bulunuyor. hafta sonu bir altındaki artvin hopa ile oynuyor, 8 gündeki 3. maç. zor deplasman. oradan da puan kaybedilmesi halinde ciddi bir sıkıntıya girilebilir. tabii bu sene benim beklentim yok. takımın ligde tutunması yeter. ama sonraki sezon şampiyonluğa oynaması lazım. gebzespor'un şampiyonluk kadrosu kuracak potansiyeli var.

maçın hafta içi oldugunu biliyordum ama dalgınlığıma gelmiş sanırım. unuttum gün içinde. internette bir şeye bakınırken maçın oldugunu gördüm. saat 3'e 12 vardı. hemen hazırlanıp çıktım. stadın önünde istiklal marşına yakalandım. bileti alıp stada girene kadar maçın başlama düdüğü çalmıştı.

maça gebze fena başlamadı. bir önceki maçta yapılan hoca değişikliği olumlu yansımış gibiydi. yazılı olmayan türk futbol kurallarından bir tanesidir, hoca değişikliği sonrası ilk maçlarda takım reaksiyon gösterir, maça aktif başladı gebzespor. yeni teknik direktör özgür demirtaş fazla değişiklik yapmamıştı. orta sahada mustaf kara yerine serkan esen oynadı. serkan esen, geçen sene de takımdaydı. hatta taraftarla arasında polemik olmuştu. birkaç maç ıslıklandı. oyun içinde küstü, istekli oynamadı. sonra tekrar arası düzeldi taraftarla... oradan bildiğim oyuncu. mustafa kara ise bu sene takımda en beğendiğim isim. orta sahaya bariz direnç katıyor. serkan esen'den tarz olarak farklı. mustafa kara güçlü, kuvvetli fiziğiyle oynamasının yanında tekniği de fena olmayan bir oyuncu. serkan esen daha yumusak, topla oynamayı seven bir futbolcu. aynı bölgede oynasalar da birbirinin ikamesi olabilecek oyuncular değil. ikinci yarı serkan esen'in yerine giren berkay polat da o bölgeye mustafa kara'nın kattığı direnci katamadı. takımda bana göre en çok aranan oyuncuydu mustafa kara. sanırım sakatlığı sebebiyle bu maçta oyanayamadı.

ilk yarı ortada giden bir maçtı. karsılıklı atılan gollerle devre 1-1 berabere bitti. 42. dakikada nazilli belediyespor'un aykut sarıdoğan ile attıgı gol harikaydı. yaklasık otuz metreden mükemmel vurdu. çatala gitti top. hemen öncesinde de serkan esen topu kaybetmişti. yerde kaldı faul bekledi. ama tribünden gördüğüm kadarıyla pozisyonda bir şey yoktu. üstte de belirttiğim gibi, serkan esen yumuşak bir oyuncu. bunun sıkıntılarını maç içerisinde de birçok kez yaşadı. ikili mücadelelerde direnç koyamıyor.

ikinci yarıda maç tamamen nazilli belediyespor'un kontrolündeydi. gol geliyorum diyordu. serkan esen, berkay polat değişikliği yapılsa da fayda etmedi. sorun aslında orada da değildi. orta sahanın direnç koyamaması bir problemdi ama kanatlar da çok fazla işlemiyordu. özellikle sol kanatta oynayan saruhan yazgun çok etkisiz kaldı. emre fırtına önceki maçlardaki formunda değildi. saruhan yazgun 80. dakikada oyundan çıktı ama değişen bir şey olmadı. geliyorum diyen gol 90. dakikada geldi. karambolde sergen piçinciol golü attı ve bir nevi sergen attı şampiyonluk geldi golü oldu. son dakikalarda gebzespor'da ziya inday oyuna girse de takım olarak gebzespor varlık gösteremedi ve kendi sahasında 2-1 mağlup oldu.

bu sonuçla nazilli 14 puanla 5.sıraya yükseldi. liderle arasında 1 puan buunuyor. önlerinde zorlu fikstür var. velimeşe, şile, hekimoğlu trabzon gibi şampiyonluk isteyen takımlarla peşpeşe oynayacaklar. buradan çıkabilirlerse ligin favorisi durumuna gelirler. gebzespor için söylenecek bir şey yok. bu sezon böyle geçecek sanırım. umarım önümüzdeki sezon çok daha iddialı bir kadro kurulup şampiyonluk hayallerine dalınabilir.

17 Ekim, 2018

Exit Through the Gift Shop


sokak sanatına ilgi duyan herkes banksy ismini duymuştur. ilgilenmese bile sosyal medya boyutuyla internetle haşır neşir olanlar da bu ismi duymuşlardır. banksy sokak sanatçısı. yaptığı işler binlerce dolara alıcı buluyor. son olarak ünlü bir resminin satıldığı müzayedede, tablo içerisine gizli bir öğütücü yerleştirip, tablo satıldıktan sonra resmin parça pinçik olmasıyla gündem oldu. tabii bunun son zamanların moda deyimiyle pr çalışması oldugunu söyleyenler de oldu. hatta güçlü ispatlar yaptılar. banksy eski banksy değil, o da artık herkes gibi söylemler fazlasıyla mevcut. bunlar beni pek ilgilendirmiyor su anda çünkü olaylara hakkında bilgim yok. aşırı bir ilgim de yok.

baksy kimdir, nedir bilinmiyor. tek bilinen başarılı bir sokak sanatçısı olduğu. bugün birçok insanın bildiği çalışmalar onun elinde çıkma işler. ünü epey yaygın. bu belgeselin de yönetmeni. yüzünü gözünü görmesek de kendisini ve yaptıgı işleri, sokak sanatı tarihini, nasıl büyüdüğünü ve kapitalist düzende değerlenmesini görebiliyoruz.

belgesel, mister brainwash mahlaslı thierry guetta isimli bir fransızın hikayesi aslında. ailesiyle beraber los angeles'da yaşıyor. ucuza aldığı kıyafetleri, elden geçirip çok değerliymiş gibi bir ürüne dönüştürüp yüksek fiyatlara satıyor. bunun yanında video çeken bir adam thierry. sokak sanatçılarının videolarını çekiyor. aslında genel olarak konu ne olursa olsun video çekmeyi seviyor ama daha sonra sokak sanatçılarına sarıyor. bu işlerin piri olan insanların videolarını çekiyor. banksy'nin de videolarını çekiyor. ona asistan gibi yardımcı oluyor. ufak tefek kendisi de sokak sanatıyla ilgileniyor. bir süre sonra banksy, thierry'den çektiği videoları istiyor. bunlardan bir belgesel yapılabileceğini söylüyor. thiery de bu işe koyulup, bütün arşivini tarıyor ve ortaya bir iş çıkarıyor. banksy bu işi beğenmeyip kendisinden kasetleri istiyor ve thierry'nin de sokak sanatıyla ilgilenmesini söyleyip başından savıyor. belgesel işini banksy üstleniyor. hikaye de burada başlıyor aslında. thierry sokak sanatına kendisini fazlasıyla kaptırıyor. sağdan soldan para buluyor, evini ipotek ettiriyor ve kendisine büyük baskı makineleri alıp bir atölye kuruyor. kendi ekibini ouşturuyor. ama o ana kadar ünlü değil. kendi çapında borçlarla iş yapmaya çalısıyor. ve en sonunda kendi sergisini açıyor. bu sergi içinmasraftan kaçınmıyor. evini yine ipotek ettiriyor. eski ilişkilerinden gelen yardımlarla sergi açılıyor. bu arada kendisine mr brainwash mahlasını buluyor. brainwash'un kim olduguna dair hiçbir fikir yok. sokak sanatında bilinmeyen bir isim. videoya çektiği sokak sanatçıları hatır gönül ilişkisiyle therry'nin sergisinin duyurusunu yapıyor. bu duyuruyu yapanlardan birisi de banksy. sergi gitgide herkes tarafından bilinir oluyor. dergilerin kapak konusu yapılıyor. merakla serginin açılışı bekleniyor. sergi açılış günü önünde kuyruklar oluşuyor. insanlar içeride ne ile karşılacağını da bilmiyor. sergi fazlasıyla ilgi görüyor. 2 gün açık kalacak sergi onlarca gün açık kalıyor. thierry binlerce dolarlık satış yapıyor. bütün sokak sanatçıları şaşırıyor. kimsenin beklediği bir şey değil. burada şu soru soruluyor. sanat nedir? kim karar veriyor? kendi halinde iş yapan bir adam bir nevi pazarlama çalışmasıyla, reklamla bilinen hale getiriliyor ve  işleri sanat olarak kabul görüp binlerce dolarlık alıcı buluyor. başlangıçta onun hikayesi gibi gitmese de sonunda bambaşka bir şey izlemiş oluyoruz

epey eğlenceli belgesel. ama bu belgesel hakkında da tartışma var. thierry karakterinin kurmaca oldugunu söyleyen insanlar mevcut. banksy'nin bütün olanı planladıgı, karakteri kendi yarattıgı söylentileri... banksy için, sokak sanatçısı olmayan bir insanın işlerine sanat diyerek binlerce dolar ödeyen insanları göstermek istemiş deniyor. bu kısımlar tabii muallak. gerçek de olsa kurgu da olsa eğlenceli belgesel.

16 Ekim, 2018

Nuit et Brouillard


night and fog. türkçesi gece ve sis. rahatsız edici bir belgesel. izlediğim kaynaktaki görüntü kalitesinin iyi olmaması belki bir nebze olsun belgeseli izlememi kolaylaştırdı. yarım saatlik sürede birçok filmin, belgeselin vuramadığı kadar vuruyor. görüntüler gerçek. dolaylı bir anlatım yok. gerçek görüntülerle olan biten açık açık anlatılıyor.

savaş, ayrımcılık, masum insanlar, zoraki göç... bunlar her zaman var. su anda da var. o dönem nazilerin yaptıklarının çok ağır olması belki de bugün olanlara insanların bakısını hafifletiyor. yoksa su anda insanlar ölüyor, göçe zorlanıyor, işkenceye maruz kalıyor. bir de sorumluluk olayı var. kampta herkes kendince emir kulu... savaş sonrası yargılamalar başlayınca herkes topu atıyor. sorumluluk alan yok. ben sadece bana denileni yaptım. insani olmayan koşullar, istif halinde trenle götürülen insanlar, gaz odaları, denek olarak kullanılan insanlar... bugün ürünlerini kullandıgımız firmalar ürünlerinin denenmesi için kamplardaki insanları denek olarak kullanmış. nereden tutulsa elinde kalınan bir dönem. kadın saçların kumaş yapılması. kemiklerde gübre denemeleri. deriden sabun yapmaya çalışmalar.

tabii insan var oldugu sürece dozu değişse de bu tip olaylar devam edecek. kimisi sistematik, kimisi spontane... aklıma suriye'de kimyasal gazla öldürülen insanlar geldi. sorumluluğu hiçbir ülke almadı. herkes birbirini kınadı ve kimyasal saldırı yapılmadı, gazı rüzgar götürdü gibi sonuca varıldı. onlarca insan öldüğüyle kaldı. binlerce insan da bundan etkilendi. tüm bunlar dibimizde oluyor. duyuyoruz, görüyoruz. acı her dönemde var.