24 Kasım, 2017

Siz Buradasınız Çünkü Biz Ülkelerinizi Yıkıyoruz


bu duvar yazısını twiter'da gördüm. berlin'de mültecilere hitaben üç farklı dilde yazılmış. meali şöyle oluyor; siz buradasınız çünkü biz ülkelerinizi yıkıyoruz.

özellikle son yıllarda bizim memlekette batıya karşı bir tansiyon yükselmesi var. özellikle almanlara karşı. oysa alman halkı, yaşadıgı acılardan, geçmişlerinden dolayı ortada bir insani durumu olunca çok çabuk refleks veriyor. belki de bu refleks üzerlerinden kalmış nazi imajından kurtulmak için gelişmiş bir reflekstir, bilemiyorum. ama böyle bir gerçek var, faşizan ses yükseldiğinde karşı ses hemen yükseliyor, eyleme geçiyor. gösterdikleri refleks sesten ibaret kalmıyor.

23 Kasım, 2017

Takva


filmin yapım tarihi 2006. benim lise yıllarıma denk geliyor. filmi o zamanlardan biliyorum ama şimdi izleyebildim. bunun bir sebebi de filmi korku filmi zannettmem. nedense korku filmlerine karşı bir sevgisizlik var bende. bir de bazı filmlerin de korku filmi oldugunu düsünüyorum. nereden nasıl bu fikire kapılıyorum bilmiyorum ama oluyor bazen öyle, film aklımda korku filmi olarak yer etmiş ama halbuki alakası yok. türkiye için cesur bir film. bu zamanda böyle bir film çekmek biraz zor gibi... 2006 yılı eski türkiye esintilerinin oldugu bir yıldı. o zamanlar birçok kişi memleketin bu hale düşeceğini düşünmemiştir. at koşturmak daha rahattı.

tarikatlarin, cemaatlarin içyüzü güzel gösterilmiş. maddiyatla olan ilişkilerin maneviyata dönüştürmek tarikatların sık yaptığı icraatler. sen içki içen adama kiranı veriyorsun ama o adamın verdiği kirayla talebe okutuyoruz söylemi somut örnek. işe gelince allah'la onun arasında olan din, işe gelince aralara çok fazla aracı alabiliyor

filmle ilgili eleştirim konusmalarla alakalı olacak. özellikle tarikat lideriyle, güven kıranç'ın oynadıgı karakterin dilleri fazla türkçe ve düzgün geldi bana. konusmları filmin bütününe bakınca biraz sırıttı. daha gerçekçi olabilirdi. geri kalanıyla ilgili söylenecek fazla bir şey yok. türk sinemasının iyi filmlerinden bir tanesi olmus.

22 Kasım, 2017

İlk Adım


temmuz ayı içerisinde olması lazım, askerlik için gaza gelip şubeye gitmiştim. sıra numarası da alıp beklemeye basladım. kalabalık oldugu için dısarıda bekletiyorlardı, bina içerisinde değil. o arada telefonla uğraşıyrdum vakit geçsin diye ama hava inanılmaz sıcak, o vakit geçmiyordu. bir de zaten yapmak istemeğim askerliği icra eden insanlarla aynı ortamda bulununca iyice nefret ettim. hemen aklıma kendi yapacağım askerlik gelmeye başladı. bu vakit nasıl geçecekti, nasıl uyuyacaktım, rahatlıga alıstıktan sonra o disiplin beni sıkacak mıydı, ortam nasıldı... sorular sorular... telefonla uğraşırken whatsapp grubundan arkadaşlarla da konusuyordum. aynı sıkıntıdan müzdarip üç kişiyiz. yazışırken ne olduysa birden kararımdan vazgeçtim. şubeden çıktım gittim. karar verdim o an; askere gitmeyecektim. kaçabildiğim kadar kaçacaktım, hem bedelli de çıkacak diye kendimi inandırdım ama gel zaman git zaman kaçamadım. olmuyor. sürekli engel, fırsatlar kaçıyor...

30 kasım günü şubat celbinde askere gitmek için son gün. son güne kadar bekleyecektim. belki şaka maka bedelli çıkar diye umut ediyordum. devletin muhtemelen içine gireceği kriz, askeri harcamalar derken kendimi bedelli çıkacağına inandırmaya basladım ama bir yandan da çevreme şubatta askerim demeye basladım. çünkü artık ciddi ciddi bu konuyu bir yere bağlamam gerekiyor. yolumu bulamıyorum. ve nitekim bu gün anlık bir gazla şubeye gittim. yine askeriyeden içeri girer girmez, kendi yapacağım askerliğimi kurgulamaya basladım, nasıl geçecekti o zaman? bitecek miydi? birçok soruyu kafamda döndere döndere sıramı bekledim. ama sıra beklerken bir yandan da ortamı gözlemliyorum. komutanlara, memurlara çay götüren askerler, göt donduran soğukta nöbet tutanlar, sıkıla sıkıla iş yapanlar... orada hiç kimse halinden memnun değildi. muhtemelen herkes aynı durumda... ve sıra bana geldi, doldurulan formlar, bakayadan dolayı kesilen ceza ve işlemin tamamlanışı, şubatta askerim.

yalnız, şubeden çıktıktan sonra bir rahatlama oldu. yolda yürürken keyiflendim birden. önümdeki çok büyük engeli aşmak için bir adım atmıştım ve o adım çok önemliydi çünkü diğer adımların habercisiydi. şu anda şubeye gitmeden önceki gerginliğim yok. askerlik benim için muallaktı, artık muallak bir durum yok. işlemler tamam, kesin olarak gidiyorum. çay da servis etsem, patates de doğrasam gece nöbete de gitsem o askerliği yapacağım. onun için ilk adımı da bugün atmış bulunuyorum.

Yazcılık vs Kışçılık


önceleri kışı severdim. önceleri dediğim de geçen sene ve öncesi. geçen sene kışçıydım. kışın gelmesini isterdim. aslında bu sene de kışın gelmesini istedim ama an itibariyle şu havalardan hiç memnun değilim. sıcaklık 9 derece ve hava kapalı. içimde bir kasvet. bundan sonra sanırım yazcı olacağım. sosyal medyada zamanında birisi doğalgaz faturasını kendim ödemeye basladıgımdan beri yazcıyım yazmıstı. su an icin ölye bir durum icinde değilim ama yine de yaz sanki kıştan daha güzel gibi... en azından soğuk havalar çekilecek dert değil. kazaklar, montolar, ceketler... önceleri sevdiğim nesneler neşelerini kaybetmeişler... bundan sonra yazcıyım. belki bunda kiğılı reklamının da etkisi vardır. ne rezalet reklamdı o öyle. ben mont kiğılı mont...

19 Kasım, 2017

Lost in Translation


filmin bir sahnesinde bob, charlotte'ın odasında bir cd görüyor. bu ne diyor soruyor, charlotte bilmesine rağmen çünkü daha önce dinliyordu, bilmiyorum diyor. bilmiyorum deme sebebi aslında bob'dan da o cd hakkında anlamsız eleştiri geleceğini düşünmesiydi. charlotte farklı bir dünyada yaşıyor. duygusal ama aynı zamanda mantıklı tarafı da var. bu da onu kocasının deyimiyle sürekli hata bulan bir insan durumuna düşürüyor. ama charlotte hata bulan tarafta değil, tam tersi doğrusu neyse onu söylemye çalısıyor. cd sahnesinde bilmiyorum diye cevap verdi. bob'da gelecek gereksiz konusmanın önüne geçmek istedi ama bob ben de dinliyorum deyince, charlotte'un suratında bir mutluluk belirdi. herhalde filmin özeti o gülümsemeyi söyleyebilirim. bazen hayatta anlaşamayacağımızı düşündüğümüz insanlara karşı mesafeli davranırız, bildiğimiz bir şey olsa bile karşı taraftan gelecek gereksiz hayal kırıcı ya da değer küçümseyici bir konusmayı engelleme için bilmiyoruz deriz. halbuki çok iyi biliyoruz, seviyoruz da ama bilmiyoruz diyoruz. film bu hissi çok güzel analtıyor. bana göre filmin türkçe adı da filme çok yakışmış; bir konuşabilse... derdi olup anlatamayanların filmi gibi olmuş. çok sevdim.

17 Kasım, 2017

Nefesim Kesilene Kadar


bu devirde babana bile güvenmeyeceksin... herhalde filmi tek cümleyle anlatmak istesem böyle anlatırdım. gerçi serap, babasının ne mal oldugunu biliyor ama yine de onun değiştiğini ümit ediyor. buna inandırıyor kendisini. belki de ablasının ve eniştesinin kendisine karşı kötü davranışlardan daha az kötüye giderek kurtulmak istiyor. ama nereden bakarsak bakalım zor hayat. daha çocuk yaşta yetiştirme yurduna düşmek, orada büyümek zorunda kalmak ve akabinde hayata karşı tutunma çabasına girmek zor. serap da bu zorlukları fazlasıyla yaşıyor. serap karakterini oynayan esme madra'nın oyunculugu harika. zaten onun oyunculugu olmasa film vasat bile olamayacak. genel olarak çok beğendiğim film olmadı ama yine de esme madra'nın oyunculugu bana serap'ın içinde bulundugu durumu hissettirdi. bir filmden ilk beklentim bu oluyor benim.eğer filmde anlatılmak istenen bana ulaşıyorsa geriye kalanlar detaya dönüşüyor. film mükemmel olmasa bile bir şey anlatabilmesiyle beni içine çekiyor.

15 Kasım, 2017

Yusuf Üçlemesi


yumurta, süt bal... bu üçlüyü çok sık duyuyordum. bazen trt'de de görüyordum ama genelde ev eşrafı olunca pas geçiyorduk. durgun, az diyalog olan fimler topluca izlenmiyor. aradan birisi çıkıp bu ne diyebiliyor. filmleri sonunda izleyebildim. sırayla bal, yumurta, süt en sevdiğim oldu. bal'da çocuk oyuncunun oyunculuğu harikaydı. genelde çocuk oyuncuları pek sevmem. büyümüş de küçülmüş olarak gösterirler ama bal'daki çocuk tam anlamıyla yaşının hakkını veren çocuktu.

üçlemede yusuf'un hikayesi anlatılıyor. ilk film yumurta'da yusuf'un orta yaş dönemini görüyoruz. film izleyince yusuf'un içinde bulundugu duruma düşüşünü insan merak ediyor. bu merak kısmen yusuf'un gençliğinin anlatıldıgı ikinci filmde giderilmiş gibi olsa da yeni meraklar doğuyor. yusuf'un çocuklugunun anlatıldıgı üçüncü filmde bütün merak ettiklerimizi buluyoruz. yusuf'un sessizliği, az konuşması, durgunluğu hepsinin sebebi çocukluğunda saklı. çocukluğun anlatıldıgı bal filmi de semih kaplanoğlu'na berlin'de altın ayı ödülünü getirmiş.

semih kaplanoğlu, son dönemde yaptığı açıklamardan dolayı ülkenin muhalif kesiminden tepki gördü. açıkçası benim de hoslanmadıgım seyler söyledi. bundan ötürü izlerken önyargılı olmak istemedim. filmler izleyince de bütün açıklamarı unuttum. gerçekten ülke standartlarının üzerinde hikaye, kurgu, görsellik var. doğanın ekmeğini yeniyor deniyor ama o doğa herkesin doğası, yiyemeyen de oluyor. eline yüzüne bulaştıranları da çok görüyoruz. bu yüzden doğayı gösteriyor işte demek çok sığ bir yorum. izlerken fark etmediğim, aslında fark ettiğim ama ne anlama geldiğini bilmediğim göndermeleri de ekşi sözlük'te okudum. bazı mistik hikayelere göndermeler varmış süt, yılan metaforunu sözlük'te okudum.

Türkiye Cumhuriyeti gibi


birkaç gündür bir sebepten ötürü hastaneye gidiyorum. önce şehirdeki kendi ilçemdeki hastaneye gittin. hastanenin oldugu bina yetersiz gelince prefabrik evlerden hastane yaptılar. şimdi orası da yetersiz geliyor. gerçi yeni hastane yapıldı ama olay sanırım binada bitmiyor. yıllarca memlekette her şey binalara atıldı. tesis yok denildi. özellikle sporda bunlar söylendi. ah birt tesis olsa madalya rekorları kıracaktık ama yoktu işte, o yüzden kıramıyorduk. hastaneler için de aynısı geçerli. çok güzel hastaneler var. her imkan düşünülmüş ama iki gündür hayattan bezdim. hastalıktan dolayı hiçbir sıkıntım yok. tedavisi belli, ilacı belli ama hastane ortamı beni acayip gerdi. insanların koşuşturmacası, kavgalar, sistemsizlik, doktorların sinir stresi... her şey gergin hastanelerde. 

bugün başka bir hastaneye gittim. diğer ilçedeki hastaneye... kendi ilçemdeki hastanenin doktoru ilgisiz davranınca başka doktora gideyim dedim. iyi ki öyle yapmışım. önceki doktorların verdiği ilaçları boş ver kullanma dedi. onun yerine pansuman yaptırmamı söyledi. bir de iki kutu hap verdi. bunları yaptıktan sonra tekrar gelmemi söyledi. diğer doktor iki tane krem verip başından savmıştı. toplamda 2 dakika kalmamıştım odasında. o da kendi çapında haklı; kapısında birçok insan var. herkesi sinir stres tavan hemen sıranın kendilerine gelmesini bekliyor. 

iki gün boyunca göremeyeceğim tartışmayı hastanede gördüm. bir tanesini de ben yaşadım. doktor reçete için dısarıdaki görevlinin yanına gönderdi. oradan reçete alıp doktora imzalatacaktım. sıraya girmeme gerek olmadığı için direkt görevlinin yanına gittim. durumu anlatırken sırada bulunan genç birisi görevliye, siz neye göre barkod veriyorsunuz biz burada bekliyoruz dedi. ben de ben barkod almayacağım, doktor gönderdi reçete yazdırmaya geldim dedim.  sıradaki adam da bana beni ded doktor gönderdi dedi. o zaman sen de buraya gel deyince, görevli araya girdi. sizin işiniz başka onun başka. srıadaki arkadaş sen sırada bekle dedi. aldım reçetemi gittim doktor odasına. biraz tersleşsek kavga etmemek güç. sinirler gergin, derbi maça çıkmış futbolcu gibiyiz. bir tanesinde bir amcamız barkod veren görevliyle tartıştı. görevliyi savunmaya gelen başka bir abimize, tayyip babaya söyleyin bunları, sistem çok güzelmiş ya bunları söyleyin tayyip babaya dedi. abimiz de tayyip ile ne alakası var deyince kısa süreli gerginlik yaşandı. herkesin ağzında tek cümle allah buraya düşürmesin. hasta olmak ile alakalı bir problem yok, doktorlar da bana göre şu düzende işlerini harika yapıyor. ancak hastaneler inanılmaz yoruyor insanı. koca memleketi sığdırmışlar, hastane kapısına türkiye cumhuriyeti tabelası asılsa çok yakışır. doktorların odaları nezih, iyi aile semtleri, koridorlar işçi, çiftçi şehirleri... arada sırada mahallenin okumuş çocuguna gidilmesi gibi doktor odalarına giriliyor. bir şeyler danışılıyor, dertler çözülüyor. allah düşürmesin ne diyelim.

14 Kasım, 2017

Yirmili Yaşların Hızı

geçenlerde twitter'da takip ettiğim birisi çocuk sahibi olmanın çok büyük bir duygu oldugunu ve annenin, babanın, eşin boş oldugunu, gerçek duyguyu, huzuru çocuk sahibi olunca hissettiğini yazmıştı. sanırım otuzlarında birisi, belki yolun yarısında bilemiyorum. çocuk sahibi olunca şu ana kadar yaşadıgı duyguların, tattığı mutlulukların hiç oldugunu anlıyorsun.

bu aralar hayatımın kötü dönemlerini yaşıyorum; mutlu değilim, huzurlu değilim, keyifli değilim. mutlu günleri görmem için engel teşkil eden şeyleri yavaş yavaş aradan çıkarmaya çalışıyorum. bunları yapmak için geç kaldım, biliyorum. ancak şunu merak ediyorum. geçecek mi? o engeller ortadan kalktıgında gerçekten huzuru ve mutlulugu bulabilecek miyim merak ediyorum. mutlak mutluluğa inanan bir insan değilim. hayatta mutluluk için yaşamıyoruz ama hayattan iyi kötü keyif almak için mutlu olmak gerekiyor. yirmili yaşlarımın sonlarındayım. önümdeki engelleri geçebilmek için yirmili yaşların hızına inanıyorum. umarım geçecek ve bitecek bu huzursuzluk.

12 Kasım, 2017

Gebzespor 1-1 Beylikdüzüspor

takımın kritik maçlarda iç saha performansı tam anlamıyla hayal kırıklığı. gebzespor'un çok iyi oynadıgını düşünmüyorum ama yine de bu sene iyi kötü skoru alıyor ancak iç saha maçları bu performansta devam ederse sıkıntı olabilir. etme potansiyeli de var çünkü gebzespor taraftarı biraz trabzonspor taraftarı gibi. stadyumda homurtu sesi eksik olmaz. bir yanlış harekete topçunun cezası kesilir. sinirler her zaman gergindir. ligde 8 maç sonunda 18 puanla lider. deplasmanda 4 maçta 4 galibiyet alsa da iç sahada 4 maçta 2 galibiyet, 1 mağlubiyet 1 de beraberlik var. içeride istediği skoru bir türlü alamıyor.

bu hafta beylikdüzüspor'a karşı çok kötü başladı. hiç top yapamadılar. atak yoktu. tabii bu da taraftarda homurtaya sebep oldu. havanın da güzel olmasıyla epey gelen olunca tepki de o kadar arttı. kötü oyunun üstüne bir de gol yenince iyice sinirler gerildi. ilk yarıyı 1-0 kapattıktan sonra ikinci yarıda takım biraz daha toparlandı. iyi oynamadılar ama en azında hücuma çıkabildiler. birkaç pozisyona girdiler. özellikle niko oyuna hareket kattı. bir pozisyonda soldan ceza sahasına girişte yerde kaldı ve penaltıyı aldı. bu penaltıyı da maç boyunca etkisiz elaman olan 9 numara ufuk gole çevirdi ve maç 1-1 berabere kaldı. 

şu ana kadar işler o kadar da kötü değil. tam tersi beklenenin üzerinde. bunda rakip takımların beklenenin altınta olmasının da payı var biraz. lig bana göre biraz zayıf. gebzespor geçtiğimiz senelerde daha zorlu takımlarla aynı gruptaydı. 

slogan yine aynı; o sene bu sene. haftaya derince deplasmanı var. kağıt üzerinde kolay gözüküyor umarım sahada da öyle olur.

11 Kasım, 2017

Mecburiyet

yapmak istemediğim şeyler ertelemek gibi bir huyum var. belki de en sevmediğim huyum... aslında yapmak istemediğim şeyler değil de, yapmak zorunda olmama rağmen istemediğim şeyler diyelim. kaçıyorum bunlardan; kaçabildiğim kadar kaçıyorum ama sonra tabii yakalanıyorum. gölgem gibiler... tabii sonuç olarak kaçınılmaz son geliyor, kaçtığım şeyleri yapmak zorunda kalıyorum. acaba bunlardan kaçmak yerine nasıl olsa yapacağım deyip ilk günden yapmaya mı koyulmalı insan? bir de böyle denemek lazım. fatura ödemek gibi. nasıl olsa ödenecek, ilk gün ya da son gün fark etmez. ilk günden öde gitsin. bundan sonra bir de böyle deneyeyim bakalım işler ne olacak?

05 Kasım, 2017

Kaç Para Kaç


dönem dönem türk filmlerine sarıyorum. epey üst üste türk filmi izledikten sonra araya başka filmlere geçiriyorum. dün gece ne izlesem diye bakınırken gördüm filmi. taner birsel ismini görünce, imdb puanı da fena olmayınca izledim. 

şahane film olmuş. beyoğlu özelinde istanbul'un filmdeki zamanları ayrı güzel, insan içlenerek izliyor. doksanlarda, iki binlerin başında istanbul'da geçen filmleri izleyince, bir şehire nasıl ihanet edilir çok daha iyi anlaşılıyor. gerçi sokağa çıkınca da fark ediliyor ama filmlerde; hele hele çekimler iyiyse istanbul'un başına gelen korkunç betonlara insan üzülüyor. gerçekten harika bir şehir.

kendi halinde, işinde gücün oldugu düşünülen bir insanın dönüşümü anlatılıyor. bulunan yüklü bir para sonrası yaşanılan dönüşüm. parayı geri mi versem tereddütü, akabinde ufak tefek harcamalar ve sonrasında raydan çıkış. 

selim, bana göre her zaman parayı bulduktan sonraki gibi bir adamdı. başkaları için yaşıyordu. başkalarının fikirleri onun için önemliydi. namuslu, ahlaklı insan olmayı başkalarından övgü almak için seviyordu. en sonunda da evine gelen kadınla yaşadığı şey tüm bunlardan kopuştu. zaten o kopuş hem selim'in hem de filmin sonu oldu.

04 Kasım, 2017

Die Fremde


göç, göçmenlik, mülteci, gurbetçi... bu tip hikayeleri seviyorum. insanların hayata tutunma çabaları beni etkiliyor. belki kendim de bu çabayı kısmen gösterdiğim için zaman zaman kendimden bir şeyler görebiliyorum. bu tip filmlerde bazen görüş ayrılıkları olabiliyor. bu görüşler genelde siyah ve beyaz şeklinde oluyor. griye yer bırakılmıyor. bu film de biraz öyle. ama ben ne siyah tarafındayım ne de beyaz, gri bir film.

kadına şiddet, aile baskısı, ailenin kadına sırt dönmesi bizim milli meselelerimizden. kültürümüze işlemiş ve bu da problemlerin çözümünü epey zorlaştırıyor. bu filmde de kocası tarafından şiddet uygulanan bir kadının hayata tutunma çabası anlatılıyor. zamanında evlenerek almanyadan türkiyeye gelmiş bir kadının koca şiddetinden sonra tekrar ailenin yanına almanyaya dönüşü ve orada başına gelenler hikayenin ana konusu. umay kısmen hem şanslı hem de şansız bir kadın... şanssız kadın çünkü ailesi kendisine sırt çeviriyor. bununla beraber şanslı kadın, ailesi almanyada yaşıyor. bir telefonla alman polisi gece eve gelip umay'ı oradan ailesine rağmen alıp gidebiliyorlar. ancak film genel olarak bu gerçeklikte değil. hikaye sonuna kadar gerçek. gurbetçi aile tipi güzel özetlenmiş ama karakterler tam olarak oturmamış gibi geldi bana. bir yandan kızlarını dışlamaları gerekirken bir yandan da evlat deyip bağıra basmak lazım. bu duygu nedense hiç geçmedi bana. settar tanrıöğen ve derya alabora olmasına rağmen geçmedi. oysa yorumları okudugumda genel olarak oyunculuklar beğenilmiş. oysa bana karakterler çok zayıf geldi bu yüzden de oyunculukların kötü oldugunu düşünüyorum. ailedeki kardeşlerin biribirleriyle iletişimi yan karakterler daha iyi olabilirmiş. hikayenin iyi, karakterlerin zayıf olmasından dolayı benim için vasat bir film oldu. ancak filmi kötü bulanlar da var. kötü bulanların sebebi türklerin bu kadar yobaz gösterilmesine kızıyorlar. sadece aile olarak değil, mesela kardeşlerin bara gittiklerin sahneden bile türkler yobaz. sadece restoranda çalışan türkler iyi ama onlar da entegre olmuş gibiler. pek türk sayıldıkları söylenemez. bununla beraber türklerin dışında kalanların yani almanların çok iyi olarak gösterilmesine de kızılmış. klasik türk asıllı yabancı yönetmenlerin fon bulmak için başvurdukların yöntem olarak söyleniyor. bu konuda da kısmen hak verebilirim. çünkü maalesef fon yüzünden yönetmenler zaman zaman kendilerini propaganda aracı olarak kullandırtıyorlar. film en iyi kadın oyuncu, en iyi film gibi ödüller de almış... 

bu tip hikayeleri sevmeme rağmen genel olarak vasat bir film oldu. vasat bulma sebebim de türkleri aşağılıyorlar, yobaz gösteriyorlar sebepli değil. tamamen vasat karakterlerden ötürü. daha iyi bir senaryo ile daha iyi karakterlerle çok iyi film olabilirmiş.

Anlat İstanbul


herhalde yerli veya yabancı şu ana kadar izlediğim filmler içerisinden en muhteşem kadroya sahip film. tam bir los galacticos. burada da birkaç defa yazmıştım, bir derdi olan filmleri seviyorum. bir şeyler anlatmak isteyen filmler derdini anlatabildiği sürece birçok hatayı ya da problemi görmezden gelebiliyorum. restoranda işlenen cinayet sonrası kürtçe konusmaktan imtina eden adamın bir anda panikle kürtçe konusması, kürt sorunuyla alakalı en güzel sahneydi. bu konularda birçok film yapılmasına rağmen hiçbir tanesi bu kadar güzel mesaj veremez herhalde. bugün böyle bir kadroyla , benzer konulara, problemlere dem vurulacak film çekilir mi emin değilim. bazı karakterlerin oyunculukları abartılı olmasa mükemmel bir iş olacakmış. ama bunlara rağmen iyi iş.

02 Kasım, 2017

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar


futbol fimlerini seviyorum çünkü futbolu seviyorum. bu filmi de o kadar zamandır aklımda olmasına rağmen anca izleyebiliyorum. anca dediğim iki gün önce izledim ama hakkında daha yeni bir şeyler yazabiliyorum.

en başta hemen araya sıkıştırayım, rafet el roman hiç ama hiç olmamış. iyi bir oyuncuyla serkan karakteri filme seviye atlatabilirmiş.

amatör küme maçlarını izleyen, takip eden birisi olarak filmde kendimden baya şey buldum. diyaloglar, konular zaman zaman içinde bulundugum ortamlarda geçen konusmalar. oldum olası amatör futbolla ilgilenen insanları sevmişimdir. sevme sebebim ise bir çıkarları olmadan bu işlerle uğraşmaları. hoş... artık amatör kümede de futbolla alakası olmadıgı halde çıkarı için futbolu kullananlar var. maalesef bu tipler türk futbolunun virüsü; futbolun ayakla oynanan bir oyun oldugu bilgisi onları futbolun içinde hatırı sayılır bir yere getiriyo; kallavi adamlar.

filmi çok sevdim. bir derdi anlatırken bunu futbolla yapması çok güzel. hayat fena halde futbola benzer mi bilmiyorum. hele hele saniyeleşmiş denilen futbol gerçekten hayata benziyor mu emin değilim. ama yine de seviyoruz, izliyoruz tepesine baca takıp dumanı da salsalar bu işlerin peşindeyiz...

filmin benim için en güzel sahnesi, galibiyetle dönülen deplasman otobüsünde okulun beden eğitimi öğretmeni, aynı zamanda da takımın yardımcı antrenörü olan hocanın rakip taraftarına yaptığı el hareketiydi. fransa'da yüksek lisans yapan hocanın işin içine futbol, taraftarlık girince doğasına dönüşünü izlemek filmin en sevdiğim anıydı. size fransa'da bunları mı öğretiyorlar hocam?