29 Eylül, 2017

Baskın Karabasan


herhalde ilk defa bir filmi imdb notuna bakmadan izledim. genelde notuna bakar, duruma göre izlerdim. birkaç yerde filmle alakalı övgü dolu yazı görünce izleyeyim dedim. korku filmi sevmememe rağmen izledim. korku filmlerini de saçmalıklardan dolayı izlemiyorum.

spoiler var epey.

filmin başlangıcı fena değil, zaman zaman oyunculuların rolleri doğallıktan kaçsa da kotarılmış. asker, polis muhabbetleri bu minvalde; o küfürler, ilk kimi yaptın hikayeleri bolca konusulur. yalnız telsizden anons gelince defo ortaya çıktı. çünkü baya baya ormanlık bir alana gidiyorlar. telsiz, telefon çekmiyor... e haliyle şehir dışı, izbe bir yer oldugunu anlıyorsunuz. ama gel gelelim olaya jandarma değil, polis gidiyor. hadi anlamadıgımız bir şey vardır diye düşünürken, gittikleri evde yine polisleri gördük. polisin olduğu yerde iyi kötü telefon çeker, çünkü yerleşim yerine bakar polis. burada senaryo elimizde kalıyor. genel olarak senaryoda kopukluklar var. arda'nın hikayesi, evin içerisindeki insanların hikayesi nedir, ne değildir belli değil. cin diye düşünüyorum ama tam da anlam veremedim. çarpılmalar, yoldan görünmeyen çıplak birisinin geçmesi, daha sonra kazaya sebebiyet veren yoldaki şahıs; sonrada arda olduğunu gördük. arda'nın içine cin kaçtı sonra o çıktı herhalde. anlamadım ben hikayeyi.

evin içerisindeki sahneler rahatsız edici, kesinlikle korkunç değil. mide bulantısı, iğrençlik vs. var. bunların olması da çok normal, neden var olduğunu sorgulamıyorum. demek istediğim bunlar korku unsuru değil. müzikle beraber hafiften gerilim verilmiş ama bu sefer de baba denilen karakter tüm gerilimi bozdu; konusmaları eğreti durmus ve hiç olmamış. hal böyle olunca söylediklerinin bir anlamı olsa bile izleyice geçmiyor. belki de filmin en önemli karakteri çok kötü olmuş. 


film, genel olarak kötüydü. filmin tek iyi yanı polis aracında çalan dere boyu kavaklar... bakmadım ama herhalde film için özel yapılmıs. çok hosuma gitti.

27 Eylül, 2017

İz Bırakanlar Unutulmaz


vega'nın yeni albümünü duyunca bende de birçok kişi gibi anılar tekrar akla geldi. bu sabahların bir anlamı olmalı, serzenişte, iz bırakanlar unutulmaz... vega da kendilerinin söylediği gibi bende iz bırakmıştı ve onları unutmamıştım. belki romantizme kaçıyorumdur bilmiyorum ama hayatımın en duygu yoğun döneminde onları dinlemiştim. bu sabahların bir anlamı olmalı diye geziniyordum ortalıkta. yeni albüm çıkar çıkmaz dinledim. tatlı bir esinti oldu ama eskiden onları dinlerken hissettiklerimi yeni şarkılarını dinlerken hissetmedim. hissetmek istediğim eski duygular değil, sadece o duyguların yenileri. bir şey eksik gibi. müzikten çok anlamıyorum, muhtemelen müzikal olarak güzeldir ama anlatmak istediğim başka bir şey ama onu da anlatamıyorum. şarkı eksik diyorum ama belki de ben eksiğim, ondan dolayı eski şarkılarının hissettirdiklerini hissedemiyorum. yeni albüm bana sadece eskiyi hatırlattı, yeni şarkıları bile eski şarkıları hatırlattı ve eski şarkılarını dinlemeye başladım. 

24 Eylül, 2017

Rauf


türkiyede son zamanlarda dağa, taşa, manzaraya sırt dayama problemi var. koy kamerayı güzel bir açıya, alttan hafif bir müzik ver insanları başka diyarlara sürüklersin. ama birçok kişi artık bu yola girince haliyle farklı bir şey bekleniyor filmlerden...

çocukların oyunculukları iyi değildi. özellikle rauf'un dili zaman zaman istanbul türkçesine zaman zaman lokal dile doğru kaçıyor. bu da haliyle biraz kulak tırmalıyor. hikaye güzel ama senaryo kötüydü. romantizm yapılmaya çalışılmış ama olmamış. belki benim izlediğim kaynak kötüydü ama anladığım kadarıyla ses konusunda genel bir hoşnutsuzluk var. flmin tek güzel tarafı kars'ın doğası.

bir de filmle ilgili iki farklı görüş var. bir taraf filmde savaş karşıtlığı, diğer taraf propaganda yapılıyor diyor. nereden bakarsan bu film oraya gidiyor aslında. ben propaganda olduğunu düşünmüyorum ama böyle düşünen insanları da anlayabiliyorum. film insanı o kafaya sokabiliyor. anlatılmak istenen giden canın geride bıraktıkları. baba, kardeş, anne bırakıyorsun. ne için mücadele ettiğinin bir önemi yok sonucunda ölüm var. çocukların döktükleri çiçekler de bana göre saf üzüntünün sembolü; dağa çıkmanın ne olduğunu bilmeyen çocukların döktükleri çiçekler... ne için savaşırsan savaş acı var, buradan bakmak lazım ama buradan bakabilmek de çok zor.

Suç ve Ceza


üniversitenin ilk senesinde okumuştum ama pek bir şey hatırlamadığımı fark edince tekrar okumak istedim. iyi ki tekrar okudum. unuttuğum çok yer varmış, zaman zaman okunulan bir kitabı tekrar okumakta fayda var. karakterleri, olayı, iyi kötü hatırlıyordum ama kitap hakkında konuşacak olsam pek bir şey söyleyemezdim. işte baltalı bir öğrenci var onun etrafında dönen olaylar diye işin içinden çıkardım.

raskolnikov'un hem olay öncesinde hem olay sonrasında içine düştüğü psikolojik durum aslında olayların hiçbir zaman gözüktüğü gibi olmadığını gösteriyor. zaten hafifletici sebeplerin de olması bunun bir sonucu ama yine de her zaman bunları göz ardı edip sonuca odaklanıyoruz. raskolnikov, suçunu itiraf ettikten sonra onun aslında çok iyi insan olduğunu ispatlayanlar suçlunun psikolojisinin önemli olduğunu gösteriyor. yaptığı yardımlar, ailesini düşünmesi, cebinde üç kuruş para olmasına rağmen onu daha çok ihtiyacı olana vermesi vs aslında onun iyi insan olduğunu gösteriyor. bunlara rağmen yine de içine girdiği psikoloji suçu işlemesine engel olamıyor. gerçi suçu işlerken de esas amacı çalmak değil, iyi niyetle bir şey yaptığını düşünüyor. kadının kötü olduğunu, insanlar tarafında sevilmediği, hayatta olmasının bir önemi olmaması aslında önemli olan. kötü bir insan olduğu için yaptığı hiçbir şey yok. kötü bir insan olsaydı sonucunda itiraf yerine kaçmayı seçerdi ya da çaldığı paraları bir şekilde kullanırdı. oysa ne çaldığını kendisi bile bilmiyordu. demek ki bazen iyi insanlar da öldürüyor.

22 Eylül, 2017

Hross i oss


ilk kez izlanda yapımı, izlanda'da geçen, izlandaca bir film izledim. filmin ingilizce çevirisi of horses and man, türkçesi ise atlar ve insanlar. kuzey ülkelerinin hem iklimini hem de doğasını seviyorum. bu yüzden görsel olarak film harikaydı. bir de at temalı bir film olunca görsellik daha da ön plana çıkmış. film, komedi filmi olarak geçiyor ama tabii bildiğimiz komedilerden değil. değişik kendi kültürlerine göre komedi, beni pek açtığı söylenemez ama yine de birkaç sahne gerçekten harikaydı. özellikle kolbeinn'in içine düştüğü yukarıdaki durum bana göre sinema tarihinin en absürt sahnesi olabilir. gemiye alkole giden adamın sahnesi de acayipti. herhalde film bu sahnelerden ötürü komedi kategorisinde ama bana göre komediden de öte bir şeydi.

21 Eylül, 2017

Rebelle


filmde, afrika'da 12 yaşında bir kız çocuğunun başından geçenler anlatılıyor. sanırım gerçek bir hikayeden esinlenilmiş. gerçi öyle olmasa bile oraların gerçeklerinin üç aşağı beş yukarı filmdeki gibi olduğunu biliyoruz. memlekette o yaşta çocukların gelecekleri için hangi sınavın getireleceği tartışılırken, başka bir coğrafyada aynı yaştaki çocukların ellerine silah alıp çetelere katılması can sıkan bir gerçek ama yıllardır bilinen ve çözüm bulunamayan bir gerçek. birçok insan için o insanların içinde bulunduğu sorunlar bir hayat meşgalesi, birçok insan için ise genel kültürden ibaret; bir film izleyip oraların haline kısa bir üzülüp hayatımıza devam ediyoruz.

film etkileyici ama aynı zamanda sıkıcı da... hikaye daha iyi anlatılabilirmiş. dinamik bir film olmasına rağmen genel olarak vasat buldum. gerçi 2012'de en iyi yabancı film dalında oscar adayı olmuş ama ödülü a seperation'a kaptırmış.

Jeff, Who Lives at Home


otuz yaşına gelmesine rağmen bizim deyimimizle hala bir baltaya sap olamamış bir insanın ve onun çevresindekilerin hikayesini anlatıyor. hayatta işaretlerin olduğunu ve bu işaretlerin bizi bir şekilde doğru noktaya ulaştıracağı temalı 2011 yapımı bir film. jason segel herhalde hayatı boyunca bu tarz filmlerde oynayacak, ne zaman denk gelsem benzer yapımlarda bulunuyor. eğer bazı detayları görmezden gelirsek feel good movie tadında hoş bir film ama eğer detaylara takılan bireysek filme vasat diyebiliriz.

2017 benim için gerçekten çok çok kötü bir yıl oluyor. yılda 12 ay var ve şu ana kadar 9. ayı tamamlamak üzereyiz, bu aylardan hangisinden tutarsam tutayım elimde kalacak bir yılı yaşıyorum. yaşım ve içinde bulunduğum durum itibariyle jeff karakterinde bir nebze de olsa kendimi gördüm. imkanım olsa evden hiç çıkmamak ve kimseyle görüşmemek istiyorum ama maalesef çıkmak durumundayım. bir ara bunu ergenlik depresyonu gibi bir şey zannetsem de aslında herhangi bir nesneye sap olamamamın getirdiği iç sıkıntısından başka bir şey değil. acaba jeff'in olduğu gibi benim de karşılaştığım işaretler var mı? bu filmi izleyene kadar hiç düşünmemiştim ama hayatta bazı şeyler sadece filmlerde oluyor galiba.

20 Eylül, 2017

Das Boot


ne zaman izlemek için film seçmeye başlasam karşılaşıyordum ama bir türlü süresinden dolayı izlemiyordum. iki buçuk saatin üzerine çıkan filmlerde konsantrasyon problemi yaşıyorum. film ne kadar güzel olursa olsun bir yerde filmden kopuyorum. hele hele film vasat bir şeyse sıkılıyorum ve filmin sonunu bir türlü getiremiyorum. ama bu filmi ertelemekle büyük hayata yapmışım.

das boot, alman sinemasının başyapıtı desek yalan olmaz. döneminin en yüksek bütçeli filmi olmuş. bir ara holywood işin içine girecekmiş ama hikayeden taviz vermemek için vazgeçilmiş. iyi de yapılmış; filmde gereksiz kahramanlık ve hamaset yok. böylece dibine kadar savaş hissediliyor; karakterlerin korkularını, sinirlerini, heyecanlarını, mutluluklarını bütün saflıklarıyla hissedebildim.

savaş kötüdür. savaş içerisinde büyük kahramanlıklar olsa da kötüdür. das boot, bunu anlatan en iyi filmlerden bir tanesi olabilir. belki de en iyisi.

19 Eylül, 2017

The Silence of the Lambs


epey film izlemeye çalışıyorum ama yine de buna benzer izlemediğim kült film sayısı bir hayli fazla. bir ara kendimi imdb top 250 tamamlama hedefi koydum ama sürekli araya başka filmler kaynayınca tamamlayamadım.

the silence of the lambs, kuzuların sessizliği benim için çocukluğum demek. televizyonda geç saatte oluyordu ve bir türlü izleyemiyordum. aklıma nereden kazındıysa korku filmi olduğunu düşünüyordum. bu da beni filmden karçırıyordu. belki de bugüne kadar izlemeyeşimin sebebi de budur. korku filmlerini hala sevmiyorum. ama korku filmi değilmiş tabii... bunun yanında inanılmaz geren ve rahatsız eden bir film. beş ödül birden almış. kuşkusuz en önemlisi bana göre en iyi aktör ödülü; anthony hopkins filmde 16 dakika gözükmesine rağmen bu ödülü almış.

filmi izlerken dikkatimi çeken bir şey de ajan clarice'in o dönemin içinde erkek egemen bir ortamda öne çıkarılmasıydı. cesurca bir iş. şurada detaylı incelemesi var. bu anlamda film için feminist bir film de denilebilirmiş. yazıyı okuduktan sonra filmi tekrar akla getirince çok haklı bir tespit oduğu belli oluyor.

18 Eylül, 2017

24 Wochen


astrid lorenz, sevgilisiyle yaşayan, bir kızı olan televizyonda program yapan bir komedyen. mutlu bir şekilde hayatını sürdürürken ikinci çocuguna hamile kaldığını öğreniyor. ancak ikinci çocuğu onu çok zor bir tercihle başbaşa bırakıyor. film ikinci yarısında astrid, yanına gelen görevliye sen olsan ne yaparsın diyince, görevli, insanın başına gelmeden tercihi nasıl olur bilemem diyor. bazen, bazı konularda insan çok rahat ahkam kesebiliyor. sebebi, süreci, sonucu bizi etkilemeyen konularda fikrimizi çok rahat beyan edebiliyoruz. oysa o kararlar, problemin içinde olan insan için çok zor olabiliyor. hatta eğer kişiler yeterli olgunluğa sahip olsa bile; astird ve sevgilisinden bunu görüyoruz, aile içinde şiddetli tartışmalara yol açabiliyor. 

filmin bana göre en güzel sahnesi hatta uzun zamandır hiçbir filmde izlemediğim kadar güzel olan sahnesi, astrid'in hastanede masanın üzerinde boş vazoda duran çiçeğe su vermeseydi. hayatta niyahetinde bazen bir karar veriliyor. astrid, radyo programına verdiği röportajda, kararın doğru olup olmadığını söylüyor. her karar doğru ya da iyi olmak zorunda değil aslında. bazen bir kararı vermek zorunda kalırsın ve verirsin. o karar konusunda ahlaki ve etik değerleri tartışmak yersiz olur.

çok etkileyici bir alman filmi. alman filmlerini seviyorum. her ne kadar dillerini konuşma konusunda yeterli becereyi gösteremesem de filmlerini keyifle izliyorum. almanların hakkı genelde birçok konuda verilir ama sinema konusunda haklarının yendiğini düşünüyorum.

Slovenya 93-85 Sırbistan


basketboldan teknik olarak çok anlamam ama iyi maç olduğu zaman izlemeyi seviyorum. bu maç da bana basketbolu neden sevdiğimi gösterdi. hırs, mücadele, karakter, kalite, taraftar salonda her şey mevcuttu. slovenya tarihinde ilk kez bir final oynuyordu. belki bunun da etkisiyle üst düzey konsantrasyonla ve motivasyonla oynadılar. maçın başında sonuna kadar üstündüler. son çeyrekte sırbistan öne geçse de slovenya, iki yıldızları goran dragic ve luka doncic kenarda olmasına rağmen maçı kazandı.

maçın kendisi kadar maç sonrası kutlamalar da güzeldi. sakatlanan luka doncic'in omuzlarda getirilmesi, goran dragiç'in kardeşini seremoniye çağırması güzel detaylardı. slovenya baya baya sevimli takımmış görmüş olduk. slovenya'ya şampiyonluk yakıştı.

slovenya hakkında bir ilginç detay da milli marşları hakkında... daha önce blogda bahsetmiştim ama tekrar olsun. genelde marşlar bayrak, vatan, millet, ırk temalı oluyor. oysa sloven milli marşı arkadaşlık temalı bir marş. sözleri de şöyle,


God's blessing on all nations,

Who long and work for that bright day,
When o'er earth's habitation
No war, no strife shall hold its sway;
Who long to see
That all man free
No more shall foes, but neighbours be.

17 Eylül, 2017

The Man from Earth


film gayet güzel ilerliyordu, tam anlamıyla içine girdim, yapılan sorgulamalar, inançların ve mitlerin nasıl kulaktan kulağa efsaneleştiği görmek iyiydi. yalnız john'un daha somut bir şekilde kendisini inandırabilmesi gerekiyordu. film bu noktada biraz eksikti. sonrası biraz spoiler olacak. john oldman, geçmişteki fotoğraflarını koliye koyduğu için gösteremeyeceğini söyledi, o sırada odada olan kişilerden birisi fotoğrafı görmek için ısrarcı olmalıydı. altı üstü iki koli indireceksin, bu kadar zor olmamalı john demeliydi. çünkü ortaya attığı iddia çok anormal, deli saçması bir şey ve daha inandırıcı ifade edilmesi gerekiyor. fotoğraf sahnesi hiç olmasaydı daha güzel olurdu. olduysa da o fotoğraf gösterilmeliydi. böyle küçük detaylar filmin akışkanlığını bozduğu için, filme bütün olarak bakınca da eksik bir şey oluyor.

ekşi sözlük'te bir üye isa, musa hakkında söylenenler acaba muhammed için söylense neler olurdu gibi bir eleştiri yapmış. film boyunca islam hakkında da bir şeyler bekledim ama yoktu. en ufak bir şey geçmedi. sadece biyologun karısının kuranla yetiştiğini öğrendik. milyonlarca insanın inandığı bir dinden bahsetmemek sanırım müslümanların tepkisini çekmemek içindi. herhalde isa için söylenenlerin benzeri muhammed için söylense kıyamet kopardı. tepki çekmemek için islam'a bulaşmamışlar.

Baby Driver


çok fazla beğenmedim, biraz vasat film olmuş. kevin spacey ismini ve imdb puanını görünce iyi bir film zannettim ama yanılmışım. çok hızlı, aksiyonlu bir film. sci-fi olunca aksiyonda problem yok ama gerçek hayat içerisine bu kadar aksiyon girince o filmden pek hoşlanmıyorum. film, zaman zaman müzikal havasına giriyor, bu da filmi kötüden vasatlığa taşıyor. iyi kötü müzikler kurtarmış filmi.

16 Eylül, 2017

Yer Yarılsa


yetişkin bir insan hayatı boyunca kaç kez yer yarılsa da içine girsem diyor acaba. her yerin altına girme isteğinde yaşanılan olayın hissettirdiği duygu ilk kezmiş gibi geliyor. halbuki ne ilk ne de son, daha birçok kez yerin altına girme ihtiyacı hissedeceğim. benzer hissi daha birçok kez yaşayacak olmama rağmen anın etkisinden kurtulamıyorum. utançta olduğu gibi keşke mutlu anları da bu kadar yoğun duyguyla yaşayabilsem.

mutluluk, duyguyu hissedilen anda yaşansa bile kısa süreli oluyor. çok güldük başımıza bir iş gelecek bundan kaynaklı sanırım. iki, üç yıl önce rush diye bir film izlemiştim, orada bir replik aklımdan hala gitmedi; mutluluk korkunç bir şey, insanı zayıflatıyor bir anda kaybedecek bir şeyin oluyor diyordu karakterlerden birisi. mutluluğun bitecek olma ihtimali bizi tedbire sevk ediyor. bu yüzden çok güldük ağlayacağız diyoruz herhalde. utanç öyle değil, en azında benim için öyle değil, hemen çıkamıyorum etkisinden. bir süre düşündürüyor.

14 Eylül, 2017

Gölgede ve Güneşte Futbol


çok merak ettiğim bir kitap olmasına rağmen sürekli okumayı erteliyordum. nihayet okuyabildim ama beklediğimi tam alamadım. daha sosyolojik bir şey bekliyordum ama yanılmışım. onun yerine ağırlıklı olarak atılan gollerin, yapılan asistlerin tasvirlerleri var. halit kıvanç'ın bir programı vardır ntvspor'da, orada halit kıvanç'ın anlattıklarının yazılı haline benziyor; yıldırım gibi şutlar, şimşek gibi futbolcular, rüzgar gibi koşular vs.

beni en çok etkileyen yer ise aşağıdaki alıntının olduğu kısımdı. en son brezilya'da da aynı konular gündem olmuştu. birçok gösteri yapılmıştı. katar'da da benzer şeyleri duyuyoruz; stat inşaatlarında ölen insanlar. ancak böylesine büyük pazarın önüne hiçbir ölüm geçemiyor. işin kötüsü bunları bilmemize rağmen kendimizi bu oyunu izlemekten alıkoyamıyoruz.

Mandela 2010 Dünya Kupası'nın kahramanıydı. Ülkesinde demokrasiyi tesis eden kişi, fazlasıyla hak ettiği şekilde onurlandırıldı. Onun kendini feda ederek ortaya koydukları, bir şekilde dünyanın her yerinde görülebiliyor. Buna karşın Güney Afrika'da en yoksul kesim halen zenciler; salgın hastalıklar ve polis tarafından en çok hırpalananlar da onlar. Gelenler üzerinde kötü bir etki bırakmamaları için 2010 Dünya Kupası öncesinde gizlenenler de zenci fahişeler, dilenciler ve sokak çocukları oldu.

Bir Önceki Yaş


her yaşın tadı ayrı mı güzel emin değilim. sanırım güzel değil. en azından şöyle güzel olmuyor; eğer bulunduğunuz yaşın içerisinde yapamadığınız şeyler varsa ya da kendinizi bulunduğunuz yaş için yeterli görmüyorsanız o yaş güzel olmuyor. hal böyle olunca her yaşın da kendine göre güzelliği olmuyor. hayattan keyif alındığı sürece güzelliğin yaşla bir ilgisi yok. hayatın kendisi güzel oluyor. ancak, ola ki hayattan keyif almayın içinde bulunduğunuz zaman ıstırap oluyor.

yeni yaşın bir önceki yaşından çok daha iyi olur umarım.


verimsiz, kötü, amaçsız bir yaşın ardından gelen yeni bir yaş için güzel temenni. iyi ki doğmak deyimindese böyle bir temenni almak hoşuma gitti. sade, hafif bir mutluluk duydum. umarım öyle olur. yeni yaş, yeni heyecanlar yaratır.

07 Eylül, 2017

Yeniden


daha önce blog yazıyordum. yabancısı değilim aslında. ancak hem bloglar popülerliğini kaybedince hem de hayatımda değişiklikler olunca motivasyonumu kaybettim ve yazmayı bıraktım. sosyal medyanın da bunda etkisi oldu tabii. tekrar yazmaya karar verince wordpress açtım, altı yedi ay orada yazmaya devam ettim ama daha sonra yine kürkçü dükkanına döndüm. buranın değişik bir havası var anlam veremediğim. bir de yazdım, bıraktım, karar verdim gibi konuşuyorum ama benimkisi öyle laf olsun; sevdiğim, hoşlandığım şeyler hakkında fikir beyan etme, arşiv yapma gibi...

yeniden blogspot açınca temaya karar veremedim. şu anki kullandığım temayı kaldırmışlar. eski temalardan sadece bir tane vardı, onu da sevmiyordum. yeni temalar daha dinamik, daha hoş gibi gözükse de bir türlü içim ısınmadı. aradım, taradım ve bu temanın kodlarını bulup yükledim. pek bir havası yok gibi ama olsun bu temayı çok seviyorum.
bir de geçenlerde üstteki tweeti gördüm. sosyal medyaya karşı isteksiz olmamın sebebi sanırım. yalnız kalmayı seven, kendi başına vakit geçirebilen, bir şeyler yapabilen bir insanım. durumum böyleyken eminönü alt geçidine dönen sosyal platformlardan artık sıkıldım. çünkü herhangi bir yere kaçamıyorum. yalnız kalamıyorum. günlük hayatımda facebook, whatsapp postlarıyla alakalı muhabbetler duymaya başladım. herkes mutlaka en az bir sosyal medya sitesini kullanıyor. yeni tanıştığınız bir insan direkt hayatımıza ayrıntısıyla dahil oluyor. sevmediğiniz, mecburen katlandığınız akrabanız arkadaş olarak ekleyebiliyor. önce facebook'a geldiler, twitter, instagram, snapchat derken her yer insan kaynamaya başladı. herkes sürekli aktif, sürekli bir şeyler paylaşılıyor. benim yıllar önce kaçış olarak gördüğüm internet artık beni sıkmaya, arkadaşlar edindiğim sosyal platformlar beni yormaya başladı. arkdaşlarımla buluşup, sohbet, muhabbet ediyorum, ayrıldıktan sonra elime telefonu alınca yeniden onları görüyorum. kaçış yok. hadi arkadaşlar güzeldir, iyidir ama zoraki olarak katlandığımız insanları twitter'da sessize almak bile fayda etmiyor. iki sene önce facebook'u kapattım, daha sonra instagram hesabımdan vazgeçtim, snapchat'e bulaşır gibi oldum hemen bıraktım, elimin altından şu an sadece twitter kaldı. onu da kilitledim içeriye kimseyi almıyorum. belki burasını bir kaçış olarak düşündüm yeniden blog açtım.

benim için gerçek dünya internetten kaçış yerine dönüştü. uzun süredir böyle düşünüyormuşum haberim yokmuş. bunu da twitter aracılığıyla öğrenmem ayrı bir ironi tabii.

04 Eylül, 2017

Beş


tekrar almanca öğrenmeye karar verdim. böyle söylüyorum çünkü yaşadığım hayal kırıklığı sonrası tamamen bırakmıştım, sosyal medyada takip ettiğim birkaç alman hesabını bile takip etmeyi bırkacaktım ama vazgeçtim. tekrar kendimi motive etmeye çalışıyorum.

daha önce zorunluluktan dolayı öğrenmeye çalışmıştım ama bu sefer tamamen zevk olarak bakıyorum. gerçi o zorunluluğu da kendim yaratmıştım ama olsun. geniş bir süreye yayıp eğlenerek öğrenme niyetindeyim; saatlerce ders çalışmak yok, herhangi bir sınavı nihai amaç yapmıyorum böyle olduğu için kafam rahat olabilir.

ilk iş olarak kolaya kaçıp kendimi almanca şarkılardan oluşan bir playlist yaptım. pek kolay olmadı tabii bu; almanca şarkılar insanı hayattan soğutabiliyor. içlerinden iyi olanları seçmek, ayıklamak  gerçekten çok zor. almanyada yaşadığım dönemde bile almanlar ağırlıklı olarak yabancı şarkılar dinliyordu. kendileri de şarkılarının kötü olduğunun farkında. sanatta bu kadar iyi olan insanları kötü şarkılar yapması enteresan.

genellikle dinlediğimi ve okudugumu anlamaya çalışmak için uğraşacağım. dilbilgisi konusunda fena değilim ama kelime hazinem çok zayıf, hal böyle olunca dinlediğimi ve okuduğumu anlamda sıkıntılar yaşayabiliyorum.

bakalım, zamanla burada bir kategori açıp orada kendime faydası olan şeyleri tüyo olarak verebilirim.

şimdilik bis bald. görüşürüz.