05 Kasım, 2023

Süleyman'ın Dünyası - Sınıf Arkadaşları - Havada Bulut Yok - Karıncayı Tanırsınız


kitapları okumamım üzerinden yaklaşık iki hafta geçti. aslında kitapları okurken içimden bir şeyler yazmak geldi ama nedense okumayı bitirdikten sonra içimdeki o istek yok oldu. tabii bu yok olmanın kiptalarla bir alakası yok. dümdüz üşendim. bugün evde bomboş dururken içimden geldi bir şeyler yazmak istedim. 

süleyman'ın dünyası aslında bir üçleme; sınıf arkadaşları, havada bulut yok, karıncayı tanırsanız kitaplarından oluşuyor. cevdet kudret'in dili çok akıcı. kitaplar çok kolay okunuyor. konular da ilgi çekici aslında ama tüm bunlara rağmen kitaplar popüler olamamış. benim için underrated kavramının tam karslılıgı bu kitaplar. 

türkiye neden bu halde, hem ülke olarak hem de toplum ahlakı olarak neden gelişimini tamamlayamamış sorularına bu kitapları okuyarak bir cevap bulunabilir. cevap bulunmasa da en azında düşünce, fikir edinilebilir. farklı bir düşünmeye insanı sevk edebilir. aslında bu üçlemeyi türkiyede çağdaşlaşma tarihi, türkiyede geri kalmışlığın tarihi kitaplarıyla beraber okumak daha faydalı olabilir. hem politik eksende hem de politiğin topluma etkisi ekseninde çok güzel fikir edinilebilir.


süleyman'ın ilkokul dahil tüm eğitim öğretim hayatı, arkadaşlıkları, ailesi, kariyeri, toplumla ve devletle olan ilişkilerine üçlemede tanık oluyoruz; 10'lu yıllardan 50'li yıllara kadar geniş bir hayatın ve toplumun gerçekliğini anlatıyor cevdet kudret. bu kadar iyi gözlem yapmasının en büyük sebebi de aslında kendi hayat hikayesinden de kesitleri bizim paylaşması; tabii ne kadarını paylaşıyor onu bilemiyoruz. 


türkiye aynı ülke; bugun de aynı, dün de aynı. 100 yıl önce de aynıydı. dertleri aynı, acıları, mutlulukları aynı. bir ülkede yıllar boyu neden hiçbir değişmez insan anlayamıyor. sorun ne ona da teşhis koyamıyor. 2009 yılında üniversite mikro ekonomi dersinde hocamız 80'li yıllarda türkiyenin güney Kore'den ekonomik olarak daha müreffeh bir ülke oldugundan bahsetmiş. geldiğimiz noktada Güney Kore kendisini  batılı ülkeler klasmanına sokarken biz 2009 yılından sonra neler neler yaşadık. bugün gelinen noktada tekrar 90'lı yılların sonuna döndük. sürekli kendini tekrar eden bir ülke. 

yine dağınık bir yazı. 

tekrar kitaplara gelecek olursak... birinci kitapta; sınıf arkadaşları'nda süleyman'ın ilkokul yıllarında aynı sınıf içerisinde cam kenarına varlıklı ailelerin cocukları otururken, varlıklı olmayan ailelerin cocukları da duvar diplerine oturuyor. bugun benzeri özel okullarla, devlet okulları olarak daha medeni bir şekilde yapılıyor. bu cocukların hepsi bu ülkenin çocukları, bunları daha hayatın basında ayrıştırırsak ileride bir arada tutamayız diye kimse sorgulamıyor. kıtlık zamanlarında yapılan yardımları iç eden muhtarı bugun yine görüyoruz. deprem yardımlarının yerlerine ulaştırmayanlar, oradan yolsuzlukluk yapanlar, televizyona çıkıp milyonlarca lira bağış yaptıklarını ilan edip hala yardım parasını göndermeyenler... aynı dertler. 

ikinci kitap; havada bulut yok'ta süleyman, edebiyat öğretmeni olarak kayseri'ye atanıyor. öğretmenlik mesleği hakkında pek bilgim olmasa da anadolu'ya atanan bir öğretmenin derdinin 60 yıl önceyle pek farkı oldugunu sanmıyorum. o zamanlar da öğretmenlik kazançlı bir meslek grubu değildi su anda da öyle denemez. dertler yine aynı. öğretmenlerin borsa, ikinci el araba al sat peşinde koşmaları ne kadar refah içinde yaşadıklarının da göstergesi aslında. süleyman'ın bir dergiye kayseri hakkında yazdıkları denemeleri onun mesleki olarak kariyerinin de sonunu getiriyor. şikayet sonrası bakanlık emrine alınıyor ve görevine son veriliyor. bugun bu yazıları kaçak dövüşmeden yazdığınız zaman basınıza gelebilecekleri tahmin etmek zor değil. imza attıkları için ihraç edilen onlarca akademisyene sahip bir ülkedeyiz. 

üçüncü kitap; karıncayı tanırsanız'la birlikte süleyman istanbul'a dönüyor. işsiz, eşyalarını satarak günü kurtarmaya çalışan birisi. bir yanda da devlete açtığı davanın sonucunu bekliyor öğretmenliğe dönüş için. burada da arkadaslık ilisikilerini tekrar görüyoruz. aradan yıllar geçmiş ilkokul arkadasları evrimleşmiş herkse baska bir hayatın pesinden koşuyor. gündelik dertler. süleyman bir an aşkta kazanacak gibi olsa da yoksulluğu yakasını yine bırakmıyor. orada da isler istediği gibi gitmiyor. 

cevdet kudret'in bu üçlemesi neden bu kadar geri planda kalmış anlamadım. belki yayınevi kaynaklıdır. daha iyi, marketing islerini bilen yayınevi tarafından kitaplar çıkmış olsa belki daha farklı olabilirdi. 

25 Haziran, 2023

La Belle Epoque


filmi izlerken herhalde birçok kişi aynı duyguya, aynı düşünceye girmiştir; acaba ben olsam hangi anı yaşamak isterdim? ya da hangi dönemi yaşamak isterdim? tabii film bir mystry değil. o ana gidilmiyor. o an bir sette yaratılıyor ve bir film setindeymiş gibi anlar bugun tekrar yaşatılıyor. ben de düşündüm ama aklıma tekrar yaşamak istediğim herhangi bir dönem gelmiyor. özlemini duymadığım günler, anlar yok değil ama o dönemlere gitmek veya o dönemleri yeniden yaşamak istemezdim. belki de sonuçlarını yaşadığım için böyle düşünüyorum. o dönemleri yeniden canlandırmak bile biraz korkutucu gibi... sanırım hep geleceği merak ediyorum. imkanım olsa daha da ileri dönemlerde doğmak isterdim sanırım. gerçi bu dönemler de fena değil. 

burada okuduğuma göre insan zihni gezinirmiş. bu gezinme sırasında akıldan geçen düşünceler nötr ya da negatifmiş. herhalde içinde bulunduğumuz an dışında pek bir şey düşünmemek lazım. tabii bu o kadar kolay bir durum. linkteki girdiyi sabah okumuştum. yazıda bahsedilen öz farkındalık gibi konulara bir dönem ilgi duymuştum hatta birkaç podcast dinlemiştim. kitap bile almıştım ama kitapları okumadım. öz fakındalıgım sanırım kısmen konuya ilgi duymamla gelişmiş olabilir. yalan. bu tip kitaplar genelde sıkıcı oluyor. bu da bir ön yargı aslında. kitabı okumadım. belki okurum. 

bu aralar yine okuyamama dönemlerine girdim. elime aldığım kitaptan sıkılıyorum. oysa ne hevesle sipariş etmiştim o kitapları. ama olmuyor. bu yüzden farklı meşgalelere kaymaya çalışıyorum. eğer bir şey olmuyorsa zorlamaya gerek yok. yeniden okuyacağımız günler tekrar gelecektir.

24 Haziran, 2023

Kırlangıç

son oyun oldugunu ve yorumların da iyi oldugunu düşünerek aceleyle oyuna bilet almıştım. meğer son oyun değilmiş, sezonun son oyunuymuş. bosu bosuna acele ettik. gerçi erken almanın avantajı oldu. çok güzel bir yerden oyunu izlemiş oldum. oyun için çok büyük beklentim yoktu. eylül oyunundan dolayı uğur kanbay epey popüler olmuştu. onun adını görünce kırlangıç'a gideyim dedim. eylül'ü de hala bir türlü izleyemedim; istediğim sahneye ve seansta gelmedi oyun.

oyunu sevdim. normalde yabancı oyunlar türkçeye çevrilip oynanınca pek oyuna dahil olamıyorum. karşımda türkçe konuşan ramon olunca tuhaf geliyor. türkçe dublajlı film izlemek gibi. ama konu çok ilgimi çekti. senaryonun bir hikayesi var elbette. bir gay barda eşcinsellere yönelik katliam var ortada; buradan çıkılmış ve ortaya böyle bir senaryo çıkmış. ama benim için karakterin gay olup olmaması çok önemli değildi.

türkiyede acaba kaç aile çocuğunu gerçekten tanıyor çok merak ediyorum. aileler ve cocukları arasında kocaman bir duvar varmış gibi geliyor bana. cocuklarını asla tanıyamayan anneler ve babalar var. bunun tam tersi de epey mevcut; anneyi ve babayı asla tanıyamayan cocuklar... biraz acı verici. yıllarca aynı evi, hayatı paylaşıyorsun; tanıdığını düşünüyorsun ama aslında kocaman ev içinde bazı rollerden ibaret hayat. 

amelie oğlunu hiçbir zaman tanıyamadı. onu anlamadı. gay olduğu için bu belki böyleydi ama gay olmasa acaba durum değişir miydi? en azıdan bizim ülke için... sürekli söylenen kaçamak cevaplar, idare edilen telefon konuşmaları ve sohbetler; aa öyle mi, hadi ya, tüh, gerçekten mi, eee baska ne var ne yok ve kapanış. toplam konuşma süresi 2 dakika, 3 dakika. 

seviyor muyuz? evet. ne eksik? hiçbir fikrim yok.  

25 Şubat, 2023

Doğu'dan Uzakta


 nereden nasıl başlasam bilmiyorum ama kitap hakkında saatlerce konuşabilirim. okumadan önce kitabın konusu hakkında ayrıntılı fikrim yoktu. zamanında ülkesinden Fransa'ya göçmüş birisi var yeniden ülkesine gidiyor gibi temelde bilgim vardı. bu kitabı okuma sebebim de tamamiyle orta dogu ve Arap edebiyatına bu aralar olan ilgimden dolayı. ara ara insana geliyor böyle farklı kültürlere ilgi alaka... 

kitabı okumaya başladıktan sonra konuya iyice hakim olmaya başladıktan hah iste başlıyoruz dedim. sonrasından büyük zevkle okumaya başladım çünkü kitabın konusu hakkında zaten gevezeliği tutan bir insanım. yoksa kitap müthiş, şahane diye kitabı elimden bırakamama durumu olmadı. tabii depremle birlikte 2 haftalık okuma arasına girmiş oldum zira en ufak farklı bir konuya ilgi gösteremedim. iki hafta boyunca elimde telefon twitter'da vakit geçirdim. sonrasında kafamı tekrar toparlayınca kitabı okudum ve bitirdim. 

direkt konuya girmek gerekirse. ben bu kitapta anlatılanlardan hoşnut değilim. kitabı severek okudum çünkü anlatılan konuları şimdi ne olacak diye merak ettiğim için okudum. merak ediyordum çünkü kitabın her sayfa sonrasını o kadar iyi tahmin edebiliyordum ki tahminimde haklı çıkmak için okudum. 

şaşmıyor. gidenler hep başarılı, kalanlar başarsız ya da başarılı olsalar bile başarılarının arkasında etik ve ya ahlak dışı işler yatıyor. adam Fransa'da saygın bir profesör; kitap yazıyor, dersler veriyor. karısı Arjantinli bir dergi yönetmeni; kültürlü, entelektüel. Albert ülkesinde intihar etme noktasındayken gittiği ülkede kendini buluyor. naim aynı şekilde... gidenler hep başarılı. peki ya kalanlara ne oldu. murad, parti yöneticiliği, bakanlık yaptı. zenginliğinin arkasında kirli işler var. Ramzi ve Ramiz kalıp zengin olsalar da birisi kendi dine imana verdi parayı unuttu. diğeri de parayı görsüzüce harcıyor. özel jetiyle anlık seyahatlar yapıyor. semirmişsin aileden kalan mirası olmasa o da bir şey yapamayacak. gerçi zaten yapamıyor. oteli dar bir gelirle çeviriyor. 

gerçekten kalanlar hep böyle mi? gidenler hep ihya mı oluyor? Batı'nın garip bir tepeden bakısı, oryantalizmi gidenleri de etkiliyor sanırım. gidenler dönmek istemiyor. kendi kültürünü reddetmeye çalışıyor ama bıraktığı gündem olmadan da yaşamıyor. gidilen yere alışmak, oraya aidiyet kurmak kendini kültüründen vazgeçmek mi gerekiyor? dünya vatandaşlığı, çok dillilik böyle bir şey değil. her şeyin ötesinde kendi kültürünü reddetmek isten, benimsemeyen, onunla barışmış olamayan bir insan nasıl dünya vatandaşı olabilir. senin kültürün de o dünyanın bir parçası. dünya vatandaşlığı sadece birkaç batılı medeniyetin dahil olduğu küçük topluluğu benimsemekten geçiyor olamaz. 

gidenlerin başarılı, müthiş insanlara dönüşüp kalanların hiçbir şey yapamamasına, yapsalar bile yapılan işlerin arkasında bir hinlik olduğu anlatısına fena kuruldum. bazen insan kendi kendine bir fikir ortaya atar ve zihninde kendi kendisiyle tartışmaya başlar. öyle bir tartışmaya girdim. dedim bu isin sonu yok. herkes iyi olsun. gidenler de kalanlar da.

15 Ekim, 2022

Bizde Olsa


canımı sıkıyor bu öbek. önceden pek sıkmazdı aslında. kim ne yapıyorsa yapsın, söylüyorsa söylesin umrumda olmazdı. bir ara ben de yapıyordum gerçi. ondan dolayı canımı sıkmıyordu. sonra sonra farkına vardım bu saçma söylemin.

genelde avrupa görmüş yurdum insanı kullanıyor bu ifadeyi. bizde olsayla cümleye başlanır, türkiye kıyaslaması yapılır ve ülke kötülenir. bir insan neden içinde bulunduğu topluluğu aşağılamaya çalışır. yapılan şey eleştiri de değil. gelişmiş bir ülkeye bakıp imrenmek çok makul. orada böyle bizde de böyle olsun demek makul istekler ve söylemler ancak kıyas yapıp bizde olsa diyerek devamında küçümseyici ifadeler kullanmak aşağılık kompleksi gibi geliyor bana. 

bazen almanyadan türkiyeye gelen almancılar davranış bozukluğu hususunda eleştiri alır. "babacım orada trafik kuralına uyuyorsun burada kaldırıma park ediyorsun." bunlar böyle işteyle gelen eleştirel laflar. tam tersi durumlara da de birçok kez şahit olmuşluğumuz var. türkiyede sallapati yaşayan yurdum insanı almanyada kurallara riayet ediyor. neden? yani neden kendi ülkende yaşarken kurallara esneklik biçerken elin ülkesinde kurallara harfi harfine uyuyorsun? acaba o kurallar, kurallıktan çıkıp kültür olduğu için olabilir mi? kuraldan ziyade kültüre adapte olmaya çalısıtıgın için olabilir mi? almancıda da bu davranış ortaya çıkıyor. memleketin kültürene adapte oluyor hemen. yoksa yaya yolu burada da var. türkiyede yaşayan insan kurala uymazken, aynı insan bir sebeple almanyaya gidiyor. araba kiralıyor. yaya geçidine geldiğinde zort diye duruyor. aman duralım. kural var. türkiyede de var kural ama uymasak da olur kimse uymuyor. almancı da bunu yapıyor. neyse fazla almancı savunmayayım. 

vakti zamanında ilk kez almanyaya gittiğimde ismi lazım değil bir alman vatandaş almanyaya neden geldiğimi sormuştu. eğitim, dil, master zar zort demiştim. nereden geldin deyince konunun uzamaması için istanbul diye genel bir ibare yapıştırdım. yoksa esas memleketi söylesek orası nerede diyecekti. tarif et dur. alman vatandaş istanbul gibi şehir bırakılıp dışarıyı göstererek buraya gelinir mi diye retorik bir soru sordu. gülüştük tabii. ağzından istanbul çıkınca peşinden schöne sonne diye ekleyiverdi. es regnet immer deutschland diye devam etti. istanbul'da hava hep güneşli mis gibi, burada hep yağmur var, hava kötü diyor... kiminin derdi sadece hava iste. alman vatandaş hem iş icabı hem de istanbul'u sevdiği için gidiyormuş istanbul'a. sormadım nerelere gidiyorsun diye. muhtemelen bir iki hafta turist gibi takılıyor. güzel yerlerde yiyor içiyor ve sonra memleketine geri dönüyor. seven seviyor bu ülkeyi. ben de seviyorum gerçi genel olarak. bağışıklığım var türkiyeye. hiçbir şey beni şaşırtmıyor. zaten bu ülkede ya benim gibi olacaksın ya da turist olacaksın. ancak böyle keyif alırsın. olduğu kadar keyif. 

konuya tekrar geliyorum küçük bir laf sokmasından sonra. bizde olsa... rica ediyorum böyle cümle kalıpları kurulmasın artık. avrupa'nın herhangi bir davranış biçime bakıp bizde olsa diyerek kendini ve içinde bulunduğun topluluğu aşağılamaya gerek yok. ülkenin sorunları malum olsa da kültürleşmiş mevzular üzerinden aşağılık kompleksine girmeye hiç gerek yok. illa girilecekse ben olsam deyin. bizde olsa diyerek beni de o bizin için dahil etmeyin. girmek istemiyorum yaratılan o biz kümesine. bir iki hafta turist hayatı yaşayıp, iki farklılık görünce bizde olsalı cümlelerle türkiye aşağılayıp, sosyolojik analizler çöpten hallice oluyor. orası farklı bir ülke; farklı ekonomi, farklı tarih, farklı yaşanmışlık, farklı alışkanlıklar, farklı kültürler. hal böyleyken onların yaptıkları ya da yapmadıkları üzerinden kendini aşağılamak gerçekten çok absürt bir şey.

şu ülkede bir kategoriye girmeyeyeyim diyorsun ama adam gidiyor geliyor bir yere, sonra bizde olsa diyerek cümleye giriyor. durduk yere kategorize oldun iste... kurtulamıyorsun.

21 Ağustos, 2022

La Stanza Del Figlio

bazen insan sıradanlığın kıymetini bilemiyor sanırım. bahsettiğim şey rutinler değil. gün içinde yapılan sıradan şeyler; ev içinde ailece yenen yemek, elinde telefon boş boş koltukta oturan insanlar, öylesine amaçsızca yapılan sokak gezintisi. bu sıradanlığın içinde olan insanlardan birisini sonsuza kadar kaybedince herhalde o sıradan şeylerin aslında ne kadar değerli olduğunu anlıyor insan. böyle söyleyince de bomboş motivasyon konuşması gibi oldu ama öyle. 

sabah son dakika oğlunuzla olan aktivitenizi iptal edip işe gidiyorsunuz, oğlunuz başka bir plan yapıp arkadaşlarıyla her zamanki gibi dalışa gidiyor, kızınızı basketbol antrenmanına bırakıyorsunuz... hayatın olağan akışı böyle bir şey; herkes bu akışta hayatına devam ediyor. derken bir telefonla oğlunuzun vefat haberi geliyor. bütün sıradanlıkların ne kadar anlamlı olduğunu; sıradan olsa da sıradanlığın değerli olduğunu fark edildiği anlar silsilesi insanın peşini bırakmıyor. üzücü tabii bunlar ama hayat böyle bir şey.

herhalde gün içinde günlük sıradan şeylerin anlamı pek olmuyor; sanki manasız, değeri yokmuş gibi geliyor. çünkü hep aynı; koltukta bos bos oturmak her an yapılan bir şey. mostar'dan neretna'nın serin sularına atlamaya verilen anlam kadar kıymetli olmuyor tabii. ama yine de boş boş oturmanın kıymeti de var. kaybedince anlamlı oluyor. kaybedince anlamlı olan bir şey eldeyse o zaman o da anlamlıdır. 

güzel filmdi. yer yer biraz sıkılmadım değil tabii ama onu hafta sonunun vermiş oldugu gevsekliğe yoruyorum.

26 Mart, 2022

Antonia

- eğri parmak nerede? herkes nerede?

+ eğri parmak'ın cesedi yakıldı ve külleri yeryüzüne saçıldı. hiçbir şey tamamen ölmez. daima bir şeyler kalır, onda yeni bir şeyler büyür. nereden geldiğini, neden var olduğunu bilmeden yeni bir hayat başlar.

 - ama neden?

+ çünkü hayat yaşamak ister. 

- cennet yok mu peki?

+ yapabileceğimiz tek dans bu.

24 Ekim, 2021

Kajillionaire

bir filmin kötü olmasından daha kötü bir şey varsa o da herhalde komedi diye açılan filmin komedi filmi olmamasıdır. komik olmaması problem değil. ben gülmesem de başkası gülebilir. ancak komedi olmaması herhalde daha büyük problem. bu da öyle filmdi.

kajillionaire, izlerken epey sıkıldığım bir film oldu. çekirdek bir ailenin anormal geçim problemi anlatıyor. bol bol aile draması var. ilgi gösterilmeyen çocuk. bir honey bile dememişler. çocuk değil adeta anne ve babanın iş arkadaşı. aile neden o durumda hiçbir fikrim yok. filmde o kadar havada duran konu var ki insan haliyle filme bir mana veremiyor. melanie keza neden birden aileye katılıyor onu da anlamadım.

özetle birçok şeyi anlamadığım film oldu. belki bir alt metin vardır filmde ama çok sanmıyorum. kötü film.

17 Ekim, 2021

Mubi Sendromu

her ne kadar mubi'de film izlemeyi sevsem de zaman zaman bu filmleri izlemek yorucu olabiliyor. acaba bu tür filmleri izlemek insan hayatından bir dönemini mi kapsıyor? belli bir yaş aralığında ağır filmleri rahat rahat büyük zevkle izlerken, belli bir doyum noktasından sonra insanın daha hafif, yorucu olmayan filmler izleyesi geliyor. aç bitir kültürünün etkisidir belki de... belki de ekonomideki marjinal maliyetle ilgilidir. büyük iştahla canınız tatlı çekiyordur. birinci, ikinci dilimi zevkle tüketirsiniz. daha sonraki dilimlerde alacağınız zevk iyice azalır. ve sonunda doyum noktasına ulaşmışsınızdır artık. canınız tatlı çekmiyordur. en iyi ihtimalle aradan belli bir zaman geçtikten sonra tekrar o iştah oluşur ve tekrar tatlı yemek istersiniz. mubi sanırım benim için böyle bir durumda. bir yerde doyum noktama ulaşıyorum ve film izlemek izlemek istemiyorum. daha basit işlere kaçıyorum. her neyse artık. squid game şu an daha iyi gidiyor.

26 Eylül, 2021

Servis

geçtiğimiz haftalarda eksi sözlük'te işe servisle gitmekle alakalı bir yazı okumuştum. bir yazar işe servisle gittiği zaman kendisini huzursuz hissediyordu. sanki birileri onları bir kutuya koyup sabah işe bırakıp, aksam alıyordu. benzer şeyleri ben de düşünüyorum. belki bunun işi sevip sevmemekle ilgisi vardır ama her sabah işe gittiğim zaman sanki bir simülasyonun içindeymişim gibi hissediyorum. acaba toplu taşımayla ise gitmek ya da özel araç kullanmak daha mı iyi olur diye düşünüyorum. kuşkusuz özel araç en iyi opsiyon. toplu tasıma biraz daha hayatın içindeymiş gibi hissettirse de konfor açısından en rahatsızı olur. bir de bulunduğum konum itibariyle işe toplu taşımayla gitmek 2 saatimi alır. 

6.00'da servise binmek için hazır bulunuyorum. genelde maksimum 10 dakikalık bekleyişin ardından servis geliyor ve yarım saat içinde işte oluyorum. her ne kadar erkenden ise gitsem de yarım saatte, işe servisle gitmek Türkiye standartların epey iyi süre. ama her ne oluyorsa bana 10 dakikalık bekleyişte oluyor. her şey aynı. servis beklediğim durağın hemen 5 metre ötesinde ellili yaslarında bir kadın bekliyor. genelde ondan önce servise biniyorum. her zaman maskesi ağzında. ben ise servise binene kadar takmıyorum. siyah opel astra ile fırına gelip bir şeyler alan iki bekçi. gece vardiyasında fırından çıkan kasa görevlisi ki kendisi fetö'den atılma bir öğretmen. pejo j9 minibüsüne binmeden önce fırına koşar adım uğrayan ve her zaman mini kıyafetler giyen otuzlu yaslarında bir kadın. renault symbol şirket arabasına güvenlik alarmlarını yükleyip işe giden kırklı yaslarında bir adam. köşedeki nalbura milli gazete bırakan ellili yaşlarında motosikletli. transit geçen beyaz servis minibüsleri... .. hiç şaşmaz. bu rutin her zaman devam eder. bazen bu rutinin içinde sonsuza kadar kendimi tekrara alacağımı düşünüyorum. her ne kadar bir şarkıyı çok sevseniz de sürekli dinlemek marjinal fayda kaynaklı o şarkıya karsı isteksizlik hali oluşturuyor. bu yüzden işimi sevsem de bir yerden sonra bu rutinin içinde olmak sıkıcı olabiliyor.

*

hesap ekstrelerimi kontrol eden bir insan değilim. bu har vurup savurduğum anlamına gelmiyor. nereye ne harcadığımı bilirim. geçen ay kontrol ettiğimde ufak ufak birçok giderim olduğunu fark ettim. neredeyse tamamı online stream sitelerine olan abonelikler. internete verdiğimiz paranın üstüne bir de içerikler için para ödemek zaman zaman canımı sıkıyor. tabii paranın değeri olsa belki bu kadar takılmam anca hem paranın değersiz oluşu hem de böyle ücretler ödemek bazen internete verdiğim ücreti sorgulatıyor. ya internete para vermeyeyim stream platformlara para vereyim ya da internete vereyim diğer aboneliklere vermeyeyim. ikisi beraber olunca kazıklanıyormuş gibi hissediyorum. film platformları, bazı dergiler, spor içerikleri için ayrı ödenen ücretler 15 lira, 20 lira derken ayda epey gider oluşturuyor. buralarda da bir yanlışlık var ama bilemiyorum.

25 Nisan, 2021

Nasipse Adayız


kitapçı gezerken zaman zaman kitabı görüyordum, dikkatimi çekiyordu ama alıp okumuyordum. sadece nasipse adayız özelinde değil, ercan kesal'ın diğer kitaplarına karşı da aynı tutumum vardı. nedense kendisinin kitaplarını okuma isteği bende olmuyor. birkaç yazar daha var, dikkatimi çekse de okuma isteğim yok. 
filme gelecek olursak bazı noktalar fazla karikatürize olsa da gerçeklik payı oldukça yüksek. kıyısından köşesinden dernekçilik, yerel yönetimlere bulaşmış insanlar işlerin filmde anlatıldığı olduğunu bilir. zaten türkiye'de genel olarak belediyeleri özellikle batıdaki ilçeleri hemşeri dernekleri yönetiyor. onların isteklerini, taleplerini tatmin ettikten sonra hatırı sayılır oy alabiliyorsunuz. büyük mahallelerin muhtarları önemli olabiliyor. tek bir dedikoduyla seçilme şansınızı sıfıra çekebiliyorlar. işler böyle yürüyor. düğün salonlarında düzenlenen geceler, yemekler kıçı kırık muhtarların peşinde dolanmalar, ilçedeki güçlü tarikatların liderleri önünde el pençe durmalar... türkiye gerçekleri. doğuda işler nasıl işlediğini pek bilmesem de batıda böyle işliyor. adaylar zaman zaman selam dahi vermeyeceklere insanlara büyük tavizler verebiliyor. her şey seçilebilmek için.

film kültür bakanlığı destekli... acaba filmde muhalif partiden seçime giren aday yerine iktidar partisinden aday görsek aynı yine olur muydu? ya da bir numara malum şahıs olsaydı... zannetmiyorum. gerçi filmin politik mesaj dozajı çok yerinde. bu iyidir, kötüdür diyerek ahlak dersi verilmiyor. işler böyle yürüyor diyerek durum ortaya konuyor ki; gerçekten öyle yürüyor. ahlak dersi vermiyor diyorum ama film boyunca yaşanan ahlaksız net bir şekilde hissediliyor. izleyiciye geçiyor.

 ercan kesal'ın ilk uzun metraj filmi. netflix'te görmeye alışkın olmadığımız özgünlükte bir film. gerçek hayattan uyarlanan filmleri seviyorum. bu da onlardan bir tanesi. kusurları olsa da iyi film.

24 Nisan, 2021

9 Ay

 uzun zamandır buraya bir şeyler yazmamışım. 9 ay olmuş. tabii bu zaman zarfından bir şeyler izledim, okudum, dinledim ama nedense yazma ihtiyacı hissetmedim. okudum, izledim diyorum ama açık konuşmak gerekirse çok fazla hayatımı verimli kullandığım söylenemez. iş çıkışı ve akabinde yemek sonrası gelen uyku beni bir şey yapmamaya itiyor. boş durmak ya da zihni yormayan işlerle meşgale olmak daha çok işime geliyor; bunda mesai saatlerinin salgın yüzünden yarım saat erkene alınması ve benim iş için daha erken kalkmamın, erken uyumamın da etkisi var.

son yazından bu yana değişen bir şey yok hayatımda. salgınla beraber yaşama sürecine devam ediyorum. çevremde daha fazla pozitif olan kişi var, daha fazla ölüm duyuyorum. buna karsın aynı yasaklar, kısıtlamalar devam ediyor. bunca kısıtlamaya rağmen vaka sayılarının düşmemesi kısıtlamaların gereği olmadığının ispatı gibi duruyor. 

yapmayacaksın, gitmeyeceksin, koşmayacaksın, yemeyeceksin... biz izin verirsek bunları yapabilirsin, diğer türlü bunların hiçbirini yapamazsın. insanın doğasına ters bir durum. artık serbest kalma zamanı geldi gibi. belki yine kısıtlamalar olmalı ama devleti yapmayacaksın zorbalığını artık bırakması gerekiyor. kendi halinde tek basına bisiklet bile süremiyorsun. kime ne zararın var? kalabalık toplanmalar yine olmasın, yine bazı düzenlemeler olsun ama tek basıma dışarı çıkıp yürüyebileyim, bir banka oturabileyim. geçen sene bahar aylarıyla beraber gelen düzenlemeler yüzünden bir senedir hayatımızı yaşayamıyoruz. baskıladıkça, yapma dedikçe, evlere kapattıkça daha şiddetli çıkmak istiyor insan. 

tekrar buraya bir şeyler yazma motivasyonum olur umarım. tekrar eden bir başlangıç olsun.

03 Ağustos, 2020

Sala samobójców. Hejter


2020 polonya menşeyi, netflix yapımı film. ingilizceye the hater olarak çevirisi yapılmış. tesadüfen netflix üzerinde denk geldim. konusu ilgimi çekince izlemek istedim. 

sınıfsal farklılıkların, kutuplaşmanın, sosyal medyada yer alana içeriklere kontrolsüzce kapılıp gitmenin nelere yol açabileceğini gösteriyor. 

tomasz, bir hukuk öğrencisi. kendisini ait gördüğü sınıfın küçük görülmesi, filmin henüz çok daha basında yemek yemesinin, konuşmasının küçümsenmesi onu içten içe toplumun elitlerine karşı dolduruyor. tabii bu aslında işin tuzu biberi... öncesinde sevdiği kız tarafından fark edilmemesi, okuldan kendince sebepsiz yere atılması tomasz'ın öfkesinin birikmesine sebep oluyor. son olarak burs aldığı elit aile tarafından aşağılanması, oraya ait görülmemesi öfkesinin patlamasına yol açıyor. 

son mahalli seçimlerde sosyal medyada birbirini karalayan partilere çok denk geldik. bunu kör göze parmak olanı ekrem imamoglu'na karsı yapılan saldırılardı. youtube reklamlarında, sosyal medyada sistematik olarak imamoglu kötülendi, yıpratılmaya çalışıldı. tomasz da girdiği pr ajansında benzer işe soyundu. rakip adayı kötüleyerek hatta toplumu kutuplaştırarak, toplumda infial yaratarak bir tarafı bezdirmeye uğraştı. ikiye bölünmüş, zıt taraflarda bulunun iki grup sosyal medya ajansları tarafından rahatlıkla piyon gibi hareket ettirilebiliyor. içinde yara olan insanların, yaraları kaşınarak onlardan nasıl bir canavar ortaya çıkabileceğini çok güzel anlatıyor film.

türkiyede de bazı partilerin trollük için ayrı birim kurduğunu, bunun için ek bütçe ayırdığını biliyoruz. yalan ve sistematik haberlere kitleleri rahatlıkla organize ettiklerine artık sürekli şahit oluyoruz. insan ister istemez filmdeki benzer hikayenin türkiyede de var olabileceğini düşünüyor. zemin olarak türkiye sosyal medya yönlendirilmelerine çok müsait. sabah, aksam sosyal medya ile yatıp kalkan, sosyal medyada gördüğü içeriğin doğruluğuna pek takılmayan insanlar bu işler için biçilmez kaftan.

film sürükleyici, derdini çok iyi anlatılabiliyor. süresi biraz uzun gibi dursa da sıkılmadan, rahatlıkla izlenebiliyor. elbette mantık hataları olabilecek yerleri yok değil. ancak filmin bütününe iyi bir film olduğunu rahatlıkla söylenebilir.

Güneşli Pazartesiler #12

18 Temmuz, 2020

Kapitalismus ist Haram

Uzak İhtimal


filmi çok daha önceden izleyecektim ama mahmut fazıl coskun'la ahmet hakan'ın kardes olduklarını öğrenince bir anda filmden de soğumustum. zira ahmet hakan fazlasıyla irrite edici bir insandı benim için. bu yüzden kardesinin yapmıs oldugu filme karsı da soğuklugum olusmustu. oysa nadir sarıbacak'ı izlemek istiyordum; o zamanlar olmamıstı. sonrası kendisi fetö pesine abd'ye gittiğini öğrendim. acaba ne yapıyor diye merak edip instagram'ına bakındım. bir fotoğrafta cansız mankenleri arabanın arkasına atmıs gidiyordu. sanırım iş kurmus, orada hayatını bu sekilde idame ettiriyor. daha fazka hayatıyla alakalı detaya ulasmak mümkün değildi. acayip hayatlar.

filmi mubi'de gördünce izlemek istemediğim dönem aklıma geldi. öncede daha anlayışsız, daha tahammülsüz bir insandım sanırım. tabii eskiden derken bahsettiğim zaman dilimi üniversite yılları... daha heyecanlı ve daha tahammülsüz. insanların yaptıklarını kendi nedenlerimle yargılayan ve onlara açık kapı bırakmayan biriydim. klasik üniversiteli gibi aslında. şu an daha düz yaşıyorum. kim ne yapıyorsa yapsın. ahmet hakan da...

film, istanbul'a tayin olan bir müezzinin kapı komususu hıristiyan bir kadına duydugu aşkı anlatıyor. sakin bir film. belki de gülen cemaatinin dinler arası diyalog faaliyetinin bir ürünüdür. orayı bilemiyoruz tabii. bu yüzden işin nadir sarıbacak ve fetö tarafını bir tarafa bırakıyorum.

yer yer klişeler olsa da hoş film. böyle sakin filmleri izlemeyi seviyorum. uzaktan baka baka sevmek, bunu hissettirmek hoş duygular. hem nadir sarıbacak hem de görkem yeltan güzel oynamıs. ikisi de girdikleri rollerin haklarını vermis. belki karakterlerde var olan utangaçlıklar olmasa biraz daha yakınlık kurulabilse, daha iyi olabilirmis ama filmin adı bile uzak ihitmal olunca böyle bir şeyin olması da zor olurdu. fotoğraf karesinde bile utana sıkıla yan yana gelen iki insanın hayatı; bambaşka, farklı dünyalar.

sevdiğim bir film oldu.

12 Temmuz, 2020

Ma vie en l'air


uykum kaçıtıgı için izleyecek basit bir film arıyordum. bu kadar keyif alacağımı bilsem daha önce izlemek isterdim. hiçbir beklenti olmamasına rağmen iyi çıkan. filmleri ayrı seviyorum. iddaa'dan ufak tefek bir şey kazanmak gibi; o an gereğinden fazla mutluluk veriyor.

filmde mario cotillard da var. harika kadın. filmde o kadar önplana çıkmıyor. film bir süreden sonra onun etrafında dönüyor olsa da çok fazla filmin içinde göremiyoruz. ama gördüğümüz kadarı da yetiyor.

yirmili yaşların sonunda, otuzlu yaşların basında insanın geçmişten sıyırlıp büyümesini anlatlıyor. insan kendisinden de bir şeyler bulabiliyor. her ne kadar insan geçmişini geride bırakmaya çalışsa da, önüne bakmayı düşünse de filmde alice'in dediği gibi ölüm döşeğinde insan gerçekten doğru insanla evlenip evlenmediğini anlar sanırım. o ana kadar doğru bildiğimiz yanlış, yanlış bildiğimiz doğru olabilir. işte bu yüzden aslında çok da fazla düşünmeye gerek yok gibi. zaten öleceğimiz bir anda öğreneceğimiz doğruyla hayat boyu yaşamak çok cazip bir yaşam değil.

arabada kapı açma testi, kobe ineği, neden tuvalatte bir şeyler okuruz filmden öğrendiğimiz gereksiz ama eğlenceli ayrıntılar. ford mustang şarkısını ilk kez duydum, çok güzeldi. senaryo zaman zaman daldan dala gibi olsa da çok güzel filmdi.