31 Ekim, 2018
Die Welle
kitaptan uyarlama bir alman filmi. kitabı okumadım. kitaptaki sonla filmdeki sonun bambaşka oldugunu yapılan eleştirilerde gördüm. bu iyi mi kötü mü bilmiyorum. zira filmin sonu kitaba göre çok sert oldugu söyleniyor. buradan yapılan bir eleştiri var kitaba sadık kalınmadıgı için. açıkçası böyle bir son beklemiyordum. beklememe sebebim de karaktelerin kendilerini bu kadar olaya kaptıracağını düşünmememdi. film bir lisede anlatılan otokrasi dersinin bir haftasını konu ediyor ve öğrenciler kurdukları die welle grubunun sempatizanı haline dönüşüyorlar. bu dönüşüm sürecine dair çok fazla bir şey göremiyoruz. bu kadar çabuk olmamalı. ya da bu denli sert dönüşüme okul yönetiminin tepkisi olmalı. burada bazı kopukluklar oldugunu düşünüyorum. ama tüm bunlara rağmen güzel film.
ekşi sözlük'te okuduguma göre bazı okullarda kitabı okutulmuş, sınıfta filmi izleyenler olmuş. lise çağındaki hatta üniversite çağındaki öğrencilere dahi izletilebilecek bir film. grubun, öğrencilerin dönüşüm süreci tam olarak iyi yansıtılmasa da, kendi halinde okula gidip gelen insanları nasıl değiştiğine ve diktatörlüğün her zaman potansiyel tehdit oldugunu izleyiciye verebiliyor film.
bir sahnede ülkesinde bir daha nazi tehlikesi olmayacağını söyleyen öğrenci, bunun için alman halkının yeterli bilince sahip oldugunu söylüyor. bunu söyleyen öğrenci de zamanla grup içinde dönüşen öğrencilerden birisi. öğrencilerin birçoğu kötü bir şey yaptığını düşünmüyor. onlara göre kendileri birlik ve beraberlik halinde yaşıyorlar. birlikten güç doğuyor. bunu aşırı doz milliyetçilik ile harman yaptıgımızda, yapılan her eyleme kendi çapında mantıklı açıklama getirmeye çalışan bir grup doğuyor.
biraz daha uzun tutulup öğrencilerin yaşadığı fikir dönüşümü daha ayrıntılı işlense çok daha güzel olabilirmiş. ama bu haliyle de bir hayli dikkat çekici, güzel bir film.
30 Ekim, 2018
Ölümlü Dünya
çok komik film. filmi böyle özetleyebilirim. gayet güzel özet oldu. uzun zamandır yerli, yabancı bu kadar komik film izlememiştim. komik film çok izledim de komik filmlere gülmüyordum ama film de gerçekten komik oluyordu. komedi filmlerine gülememek gibi bir durumum var. film ben askerdeyken piyasaya çıkmıştı ya da askere gideceğim zaman tam hatırlayamıyorum ama bu sebepten dolayı izleyememiştim. hoş, çarşı izni vardı ama onda da kışlaya erken dönme gibi mecburi olmayan bir zorunluluk vardı.
ali atay'ın limonata filmini izlemiştim. o da komikti. ama bu ayrı komik. baştan sona çok iyi film olmuş. uykum olmasına rağmen oturdum izledim. uykum kaçtı. alper kul, doğu demirkol, feyyaz yiğit... hepsi rollerinin hakkını fazlasıyla vermiş.
filmle ilgili görsel ararken 26 ocak'ta sinemalarda yazısını gördüm. daha askere gitmeme bir buçuk ay varken piyasaya çıkmış. demek ki tamamen keyfi sebeplerle izlememişim. ama merak ediyordum çıktıgından beri. daha yeni izleme fırsatı buldum. çok da fazla şey yazmaya gerek yok. çok komik film.
28 Ekim, 2018
Gebzespor 0-0 Kozan Belediyespor
bir yanda alttan spor programı açık bir yandan da bu yazıyı yazıyorum. fenerbahçe evinde ankaragücü'ne 3-1 yenildi. sabah kadıköy'de sarı lacivertlileri görünce fenerbahçeliler erkenden toplanmaya başlamış dedim ama biraz daha yakından bakınca ankaragüçlüler oldugunu fark ettim. kuşkusuz harika bir deplasman olmuştur onlar için. akabinde moda sahilde oturduğumuz yere bir grup ünifebli genç gelince kalkma ihtiyacı hissettik. sahili onlara bırakıp taksim'e gitmek için iskeleye doğru yol aldık...
gebzespor'a gelince. maç cumartesi oynandı bitti. gebze'de kozan belediyespor ile 0-0 berabere kaldı. gebzespor'un kadrosunu yeterli bulmasam da evinde bu tip maçları kazanamayacak kadar kadronun kötü oldugunu düşünmüyorum. lakin takım pozisyona dahi giremiyor. kozan belediye'nin direkten dönen top gol olsa, maç daha farklı gidebilirdi. ortam daha da gerginleşebilirdi. zira taraftar sadece bir kıvılcım bekliyordu. kırmızı kart gören kozanlı oyuncuya edilen sinkaflar sonucu oyuncunun tribünlere karsılık vermesi tribünleri kızdırsa da etki etmedi. çakmağı boşa çakmak gibi oldu. çünkü deplasman soyunma odasına giden yere artık taraftar alınmıyor. bu yüzden olası olayların da önüne geçilmiş oluyor. geçmişte o kısımda epey sıkıntılıydı. kulübün başına birçok kez sorun çıkardı o tribün.
gebzespor haftaya şampiyonluk favorisi tire deplasmanına gidiyor. muhtemelen oradan da bir mağlubiyet gelecek. alttaki iki takımın çok kötü olması gebzespor için şans. yoksa çok daha büyük sorunlar yaşanabilir. umarım ligin geri kalanında en azında iç sahada takım maksimum puanı toplar be bu sezon böyle tamamlanır. önümüzdeki sezon ise daha iddialı takımla şampiyonluk yarışına girilir.
26 Ekim, 2018
Balık
film izlemek için bakınırken dikkatimi çekti. süresi de makul olunca izleyeyim dedim ama beklentimin altında kaldı. belki derviş zaim isminden dolayı beklentim yükseldi. imdb'de 5.8 gibi düşük puanı var. normalde izlemek istediğim filmlerin puanına film sitelerinden bakarım. izlenecek o kadar film varken genel olarak beğenilmemiş filmleri izlemiyorum. yabancı bir film olsa muhtemelen bu filmi izlemezdim ama hem konusu hem de derviş zaim filmi olması ilgimi çekti.
bir aile hikayesi. yasak avlanma sonucu başına hiç tahmin edemeyeceği işler gelen balıkçı kaya, hatasını fark ederek kendisini ihbar eder ve hapise girer. ortada kalan kızına da teyzesi bakmaya çalısır. tabii kaya'nın davranışı onu toplum tarafından da dışlar. derviş zaim flashforward sahnelerle hikayeyi anlatıyor. ancak hem senaryoda hem de hikaye bütünlüğünlüğünde problem var gibi. film izlerken bu hissediliyor. sinema tekniğinden anlamadıgım için çok ahkam kesmem doğru değil. sadece izlerken bir şeyin eksik oldugu hissediliyor.
vasatın altı bir film. süresi 80 dk. bu yüzden vakit geçirmek için izlenebilir. çok bir şey beklememek lazım.
25 Ekim, 2018
Kar
film bir grup liselinin hikayesini içlerinden birisi olan müzeyyen özelinde anlatıyor. müzeyyen, toplumun kabul ettiği yaşamın dısında yaşayan, toplum baskısını hissetmeyen lise öğrencisi. lise öğrencisi olsa da iki kez sınıfta kalmış, hayatı çok da istediği gibi gitmeyen bir insan. bir gün kardeşi oldugunu iddia eden birisi gelir ve onunla tanısır. günlerini kardeşiyle geçirmeye başlar. kardeşini arkadaş grubuna dahil eder. derslerinde başarılı, tipik karşı komşunun oğlu minvalindeli ali ablasına ve ortamına hemen uyum sağlar.
zor hayatlar hep var. ancak bunu lise çağında pek idrak edemiyor insan. en azından ben öyleydim. şu anda tüm hayatım kendi tercihlerimle devam ediyor. bir topluluğa girerken, arkadaş edinirken birçok filterden geçiyor. kafamızdaki ideal insana göre davranıyor. oysa lise zamanları pek öyle değil. haliyle beraber vakit geçirdiğimiz arkadaşları daha oldugu gibi kabul ediyoruz. bu yüzden lise dönemlerini anlatan filmleri seviyorum. insanlar daha doğal ve saf oluyor. yapılan hatalar. ait oldugumuzu zannettiğimiz hayatlar. asilikler. kendimizi hep içinde bulundugumuz hayat gibi zannediyoruz. oysa hayat çok daha farklı noktalara götürebiliyor.
filmi sevdim. oyuncu grubundan bazılarını pek sevmesem de, başarılı bulmasam da film genel olarak iyiydi. yönetmeni, emre erdoğdu. henüz 28 yaşında. ilk işlerinin böyle güzel olması ilerisi için umut verici.
A Woman Under the Influence
psikolojik rahatsızlığı olan bir kadının hikayesi. onunla beraber eşinin ve çocuklarının da hikayesi. kadının bariz sorunları var. davranış problemleri. kalabalık ortamlarda, toplum içerisinde nasıl davranacağını bilmiyor. filmde de hastalığı hakkında bir şey söylenmediği için hastalıgı ne bilmiyoruz. kocasu durumu idare etmeye çalışıyor. karısı hakkında söylenenleri sürekli susturuyor. onun bir nevi tabiatının böyle oldugunu dile getiriyor. ama bir süre sonra işin içinden çıkamayınca eşini hastaneye yatırıyor. aradan geçen altı ay sonunda eşi taburcu oluyor ve eve dönüyor. tekrar hayatına devam etmeye çabalıyor. ama tabii öncesi sonrası hakkında hiçbir bilgi yok. kadın neden böyle oldu bilinmiyor. film başladı kadın hasta, devam etti hala hasta. kadının aile içindeki yaşamından bir kesit.
zor izlediğim bir film oldu. normalde bu tür hikayeleri, filmleri severim ama bir türlü filmin içerisine giremedim. bunun sebebi şu olabilir, zaman zaman filmin geçtiği kültüre kendimi aşırı yabancı hissediyorum. örneğin, kadın evde, çocukları göndermiş vakit geçiriyor. kocası iş arkadaşlarının eve davet ediyor, evde yiyecekler içecekler. kadının haberi yok. çat kapı. bir düzine erkek. normalde sorgulanacak bir durum olmamalı. kültür bu ama garip bir şekilde takılıyorum böyle durumlara ve filmden kopuyorum. filme tam olarak kendimi veremememin sebebi bu.
gena rowlands'ın oyunculuğu harika. filmi iyi yapan da onun oyunculuğu. filmi tek başına sırtlamış. oyunculuk vasat bile olsa film vasatın altında kalabilirmiş. zor izlediğim film olsa da izlediğim en ilginç filmleden bir tanesi oldu. bu yüzden genel olarak beğendim.
24 Ekim, 2018
Paths of Glory
stanley kubrick filmi. henüz 28 yaşındayken bu filmi çekmiş, birinci dünya savaşı sırasında fransız askerleri idamını konu ediyor. askerlik, savaş psikolojisi, ast-üst ilişkisi, rütbeliler ve erlerin durumu... film, savaş filmi olsa da cephe, silah, savaş görüntülerinde çok arkaplan ilgi çekiyor.
askerlik zor iş. meslek olarak zor. yıpratıcı, stresli, bunaltıcı... hangi meslek öyle değil? birçok meslek öyle ama bazı meslekler daha daha öyle. en önemlisi yenilgi kabul edememe durumu var. general mireau'nın saldırı emri yerine getirilmeyince hıncını askerlerden alıyor. her birlikten bir asker idam için yargılanıyor. düşmandan korkup saldırmadıklarından dolayı yargılama yapılıyor. oysa bundan daha doğal bir şey. düşmandan korkulur. korulması gerekir. hemen ertesi gün mahkeme kuruluyor ama askerlerin neredeyse hiçbir şekilde söz hakkı yok. er olmak geçici bir beden içerisinde yaşamak gibi... zamanı geldiğinde ölüyorsun. bilerek ölüme gidiyorsun. vatan, bayrak için çaba göstermen gerekiyor ama kura sonucu ölüme gitmene de beis görülmüyor. yine filmde oldugu gibi, biraz psikolojin bozuksa diğer askerleri de etkilememek için lav ediliyorsun. övünç kaynağı olduğun kadar utanç kaynağı da olabiliyorsun.
rahatsız komutanlar sanırım genel olarak tornada çıkmış gibi, her ülkede var. bir ere mi inanacaklar yoksa bir teğmene mi? askerde yaşadığın zorluğu kolay kolay ispatlama şansın pek yok. attığın imzaları okumadan direkt atıyorsun. ordu malısın. bu yüzden askerlik yaparken bir insan kendisini mümkün olduğunca sıkıntılı bir duruma düşürmemesi gerekiyor. bulundugu makamı keyfi kullanan komutanlar bir hayli fazla. angarya işler yaptıranlar, ego tatmin edenler. bulundugu konumun gücünü, belki de en savunmasız olan, hayatının bir döneminde mecburen, zorunlu olarak orada bulunan insandan çıkarabiliyorlar. gerçi bu askerlik mesleğinden ziyade birçok meslekte var. ancak askerlik mesleğinde emir komuta sert işlediği için daha çok dikkat çekiyor savunmasızlık.
film neredeyse kusursuz. gereksiz abartılar yok. özellikle idam sahnesi çok iyiydi. uzatmalara gitmeden her şey anlık olarak oldu bitti. olması gerektiği gibi. etkileyici. alman kadına söyletilen şarkı sonrası askerlerin açığa çıkan bastırılmış duyguları... güzel final. her şeyiyle iyi film.
22 Ekim, 2018
Sen to Chihiro no Kamikakushi
sprited away. ruhların kaçışı. 2001 yapımı, oscar ödülü kazanan ilk anime gibi bir titri var. hayao mayazi'nin yazıp yönettiği bir film. imdb listesinin tepelerinde yer alıyor. yüksek bir puanı var.
böyle filmleri arada merak edip izliyorum ama pek bana göre değil. olmuyor. en iyilerden bir tanesi bile tatmin etmiyor. anime seven insanlar için kuşkusuz çok çok iyi film; çizgiler, verilen mesajlar, konu gayet güzel ama benim anime ile pek aram yok. bu yüzden türünün en iyisi bile bende çok fazla etki yaratmıyor.
Terminator 2: Judgment Day
serinin ikinci filmi. mahşer günü. yine baştan sonra müthiş bir tempo ama bana ilk filmin yarattığı etkiyi yaratmadı. gerçi bilim kurgu sevgisizliğime rağmen filmi yine de sevdim. ama ilk filmi izledikten sonra yaşadığım his bu filmde olmadı. 1991 yapımı. arnold schwarzenegger yine başrolde. bu sefer daha çok repliği var. insani duyguları da öğrenmeye çalışan bir robot. karşısında kendisine göre daha gelişmiş bir robot var. sıvı alaşımlı bir şey. vursan vurulmaz. dövsen dövülmez. ütopik olarak nitelendirmek bile eksik kalır t1000 isimle robota.
dönemine göre kullanılan efektler çok iyi... üçüncü filmi de izlemek istiyorum ama sanırım ilk iki filmden sonra biraz hayal kırıklığı olmuş. bu yüzden izlemesem de olur gibi ya da uzun bir ara verip öyle izleyebilirim. şu anki teknoloji ile kuşkusuz çok daha iyi görsel efektler kullanılabilir ama sanırım olay salt onda bitmiyor. hikaye, senaryo önemli. bir de öncesinde iki tane efsane, kült film olunca, ne kadar iyi olursa olsun üçüncü film ilk filmin yaratacağı etkiyi yaratmayacağı kesin. bakalım, aradan zaman geçsin. üçüncüyü de izlerim.
20 Ekim, 2018
The Terminator
terminator çok sık duydugumuz, maruz kaldığımız bir isim. terminator gibi adam diyerek sıfatlaştığı da oluyor. ama bilgi sadece aşinalık boyutunda. filmi izlemese de birçok insan bilir. televizyonlarda o kadar çok gösterildi ki, baştan sonra izlenmese bile insanlar ucundan kıyısından yarım da olsa film hakkında düşünce sahibi. 1984 yapımı ilk filmi dün izledim. bilim kurgu filmlerinden sıkıldıgım için genelde bu tür filmlerden uzak duruyorum. ama bu kadar seveceğimi bilsem çok daha önceden izlerdim. kill bill sonrası ikincisini izlemek isterken kendimi terminator'ü izlerken buldum.
1984 yapımı kült film. şu an adını çok kez duyduğumuz yapay zekanın insanlığı yok edişi konulu. yapay zekanın insanların elinden alacağı meslekler temalı haberler yapıladursun, 1984 yılında böyle film çekmek muazzam iş. filmde 2029 yılında insanlığın makineler tarafından yok edildiği gösteriliyor. film ütopik olsa da uzak gelecekte insanlığın yaşayında çok büyük değişiklikler olacağı kesin. yapay zeka temalı filmlerin şu an tek sıkıntısı tarih gibi... 1981 yılından 45 yıl sonra dünyanın yapay zeka tarafından yok olacağını tahmin etmek kötü tahmin. gerçi o zamanı düşününce 45 yıl epey zaman. simdiden 45 yıl sonrası 2063... çok uzak zaman dilimi. kim bilir neler olacak. değişimin, tüketimin inanılmaz boyutlara ulaşması, yapay zekanın da gelişimini hızlandırıyor. sürücüsüz otomobiller. google'ın atlas robotu. yapay zekanın gittiği nokta su an akıl almayan bir yer olabilir.
arnold schwarzenegger başrolde. okuduğuma göre terminator rolünü başkası oynayacakmış. daha sonra kendisinin oynaması düşünülmüş. böylece bir efsane doğmuş. film baştan sona su gibi akıp gidiyor. bilim kurgu filmlerden genelde sıkılırım. pek zaman geçmez, sürekli süreyi kontrol ederim. ama bu filmde öyle olmadı. uykum olmasına rağmen zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. harika film. mükemmel.
19 Ekim, 2018
Kill Bill: Vol. 1
tarantino filmlerini seviyorum. bu cümleyi kurup kill bill'i daha önce izlememiş olmak da benim ayıbım. bolca kan, harika müzikler, intikam... kanın gövdeyi götürdüğü bir film. mensubu olduğu eski ortamın hayatının içine eden bir kadının intikamı.
filmi izlemeye başlayınca mantık hatalarına takılı kaldım. gerçeklik aramaya başladım. hastanade onca olay olmasına rağmen kimsenin ruhunun duymaması. arabada saatlerce geçen süre. polislerin olmaması gibi düşüncelere dalıp giderken bıraktım bu düşünceleri filmin içine girdim. keyfini çıkardım. film bittiken sonra sanırım ekşi sözlükte okudum, gerçek insanlarla çekilmiş anime tanımlaması gördüm. film hakkında en güzel yorum bu bana göre. bu yüzden birtakım mantık hataları gibi gözüken şeyler gözardı etmek gerekiyor. filmin içindeki duyguları hissetmek önemli.
uma thurman güzel kadın. hatta okuduğuma göre tarantino filmde onun oynamasını özellikle istemiş, bir nevi film onun için yazılmış. hamileliğinden dolayı da filmin çekimleri geç başlamış. fazla olan sahnelerden dolayı yapımcılar filmi ikiye bölüp yayınlamış. geceye ikinciyi izlerim gibi. genelde ilk filmi izledikten sonra ikinci filmi hemen izlemem. araya baska filmler girer ondan sonra serinin devamına bakarım. ama kill bill'in ikinci filmini hemen izlemek istiyorum. bir de merak uyandırdı. yeni ölüm listeleri.
normalde kan gövdeyi götüren filmlerden pek haz etmiyorum. hatta fazla aksiyon da sevmiyorum ama tarantino filmleri bu düşüncemin ististanası oluyor. şu ana kadar sevmediğim filmi yok.
18 Ekim, 2018
Gebzespor 1-2 Nazilli Belediyespor
gebzespor için çok önemli maçtı. belki de kırılma maçlarından bir tanesiydi. kazanması halinde puanı 13 olacaktı ve üst gruptan kopmayacaktı. aslında şu anda da hiçbir şey için geç değil, lider ile puan farkı 5 ama takım 11. sırada, arada 5 puanlık dilimde 10 takım bulunuyor. hafta sonu bir altındaki artvin hopa ile oynuyor, 8 gündeki 3. maç. zor deplasman. oradan da puan kaybedilmesi halinde ciddi bir sıkıntıya girilebilir. tabii bu sene benim beklentim yok. takımın ligde tutunması yeter. ama sonraki sezon şampiyonluğa oynaması lazım. gebzespor'un şampiyonluk kadrosu kuracak potansiyeli var.
maçın hafta içi oldugunu biliyordum ama dalgınlığıma gelmiş sanırım. unuttum gün içinde. internette bir şeye bakınırken maçın oldugunu gördüm. saat 3'e 12 vardı. hemen hazırlanıp çıktım. stadın önünde istiklal marşına yakalandım. bileti alıp stada girene kadar maçın başlama düdüğü çalmıştı.
maça gebze fena başlamadı. bir önceki maçta yapılan hoca değişikliği olumlu yansımış gibiydi. yazılı olmayan türk futbol kurallarından bir tanesidir, hoca değişikliği sonrası ilk maçlarda takım reaksiyon gösterir, maça aktif başladı gebzespor. yeni teknik direktör özgür demirtaş fazla değişiklik yapmamıştı. orta sahada mustaf kara yerine serkan esen oynadı. serkan esen, geçen sene de takımdaydı. hatta taraftarla arasında polemik olmuştu. birkaç maç ıslıklandı. oyun içinde küstü, istekli oynamadı. sonra tekrar arası düzeldi taraftarla... oradan bildiğim oyuncu. mustafa kara ise bu sene takımda en beğendiğim isim. orta sahaya bariz direnç katıyor. serkan esen'den tarz olarak farklı. mustafa kara güçlü, kuvvetli fiziğiyle oynamasının yanında tekniği de fena olmayan bir oyuncu. serkan esen daha yumusak, topla oynamayı seven bir futbolcu. aynı bölgede oynasalar da birbirinin ikamesi olabilecek oyuncular değil. ikinci yarı serkan esen'in yerine giren berkay polat da o bölgeye mustafa kara'nın kattığı direnci katamadı. takımda bana göre en çok aranan oyuncuydu mustafa kara. sanırım sakatlığı sebebiyle bu maçta oyanayamadı.
ilk yarı ortada giden bir maçtı. karsılıklı atılan gollerle devre 1-1 berabere bitti. 42. dakikada nazilli belediyespor'un aykut sarıdoğan ile attıgı gol harikaydı. yaklasık otuz metreden mükemmel vurdu. çatala gitti top. hemen öncesinde de serkan esen topu kaybetmişti. yerde kaldı faul bekledi. ama tribünden gördüğüm kadarıyla pozisyonda bir şey yoktu. üstte de belirttiğim gibi, serkan esen yumuşak bir oyuncu. bunun sıkıntılarını maç içerisinde de birçok kez yaşadı. ikili mücadelelerde direnç koyamıyor.
ikinci yarıda maç tamamen nazilli belediyespor'un kontrolündeydi. gol geliyorum diyordu. serkan esen, berkay polat değişikliği yapılsa da fayda etmedi. sorun aslında orada da değildi. orta sahanın direnç koyamaması bir problemdi ama kanatlar da çok fazla işlemiyordu. özellikle sol kanatta oynayan saruhan yazgun çok etkisiz kaldı. emre fırtına önceki maçlardaki formunda değildi. saruhan yazgun 80. dakikada oyundan çıktı ama değişen bir şey olmadı. geliyorum diyen gol 90. dakikada geldi. karambolde sergen piçinciol golü attı ve bir nevi sergen attı şampiyonluk geldi golü oldu. son dakikalarda gebzespor'da ziya inday oyuna girse de takım olarak gebzespor varlık gösteremedi ve kendi sahasında 2-1 mağlup oldu.
bu sonuçla nazilli 14 puanla 5.sıraya yükseldi. liderle arasında 1 puan buunuyor. önlerinde zorlu fikstür var. velimeşe, şile, hekimoğlu trabzon gibi şampiyonluk isteyen takımlarla peşpeşe oynayacaklar. buradan çıkabilirlerse ligin favorisi durumuna gelirler. gebzespor için söylenecek bir şey yok. bu sezon böyle geçecek sanırım. umarım önümüzdeki sezon çok daha iddialı bir kadro kurulup şampiyonluk hayallerine dalınabilir.
17 Ekim, 2018
Exit Through the Gift Shop
sokak sanatına ilgi duyan herkes banksy ismini duymuştur. ilgilenmese bile sosyal medya boyutuyla internetle haşır neşir olanlar da bu ismi duymuşlardır. banksy sokak sanatçısı. yaptığı işler binlerce dolara alıcı buluyor. son olarak ünlü bir resminin satıldığı müzayedede, tablo içerisine gizli bir öğütücü yerleştirip, tablo satıldıktan sonra resmin parça pinçik olmasıyla gündem oldu. tabii bunun son zamanların moda deyimiyle pr çalışması oldugunu söyleyenler de oldu. hatta güçlü ispatlar yaptılar. banksy eski banksy değil, o da artık herkes gibi söylemler fazlasıyla mevcut. bunlar beni pek ilgilendirmiyor su anda çünkü olaylara hakkında bilgim yok. aşırı bir ilgim de yok.
baksy kimdir, nedir bilinmiyor. tek bilinen başarılı bir sokak sanatçısı olduğu. bugün birçok insanın bildiği çalışmalar onun elinde çıkma işler. ünü epey yaygın. bu belgeselin de yönetmeni. yüzünü gözünü görmesek de kendisini ve yaptıgı işleri, sokak sanatı tarihini, nasıl büyüdüğünü ve kapitalist düzende değerlenmesini görebiliyoruz.
belgesel, mister brainwash mahlaslı thierry guetta isimli bir fransızın hikayesi aslında. ailesiyle beraber los angeles'da yaşıyor. ucuza aldığı kıyafetleri, elden geçirip çok değerliymiş gibi bir ürüne dönüştürüp yüksek fiyatlara satıyor. bunun yanında video çeken bir adam thierry. sokak sanatçılarının videolarını çekiyor. aslında genel olarak konu ne olursa olsun video çekmeyi seviyor ama daha sonra sokak sanatçılarına sarıyor. bu işlerin piri olan insanların videolarını çekiyor. banksy'nin de videolarını çekiyor. ona asistan gibi yardımcı oluyor. ufak tefek kendisi de sokak sanatıyla ilgileniyor. bir süre sonra banksy, thierry'den çektiği videoları istiyor. bunlardan bir belgesel yapılabileceğini söylüyor. thiery de bu işe koyulup, bütün arşivini tarıyor ve ortaya bir iş çıkarıyor. banksy bu işi beğenmeyip kendisinden kasetleri istiyor ve thierry'nin de sokak sanatıyla ilgilenmesini söyleyip başından savıyor. belgesel işini banksy üstleniyor. hikaye de burada başlıyor aslında. thierry sokak sanatına kendisini fazlasıyla kaptırıyor. sağdan soldan para buluyor, evini ipotek ettiriyor ve kendisine büyük baskı makineleri alıp bir atölye kuruyor. kendi ekibini ouşturuyor. ama o ana kadar ünlü değil. kendi çapında borçlarla iş yapmaya çalısıyor. ve en sonunda kendi sergisini açıyor. bu sergi içinmasraftan kaçınmıyor. evini yine ipotek ettiriyor. eski ilişkilerinden gelen yardımlarla sergi açılıyor. bu arada kendisine mr brainwash mahlasını buluyor. brainwash'un kim olduguna dair hiçbir fikir yok. sokak sanatında bilinmeyen bir isim. videoya çektiği sokak sanatçıları hatır gönül ilişkisiyle therry'nin sergisinin duyurusunu yapıyor. bu duyuruyu yapanlardan birisi de banksy. sergi gitgide herkes tarafından bilinir oluyor. dergilerin kapak konusu yapılıyor. merakla serginin açılışı bekleniyor. sergi açılış günü önünde kuyruklar oluşuyor. insanlar içeride ne ile karşılacağını da bilmiyor. sergi fazlasıyla ilgi görüyor. 2 gün açık kalacak sergi onlarca gün açık kalıyor. thierry binlerce dolarlık satış yapıyor. bütün sokak sanatçıları şaşırıyor. kimsenin beklediği bir şey değil. burada şu soru soruluyor. sanat nedir? kim karar veriyor? kendi halinde iş yapan bir adam bir nevi pazarlama çalışmasıyla, reklamla bilinen hale getiriliyor ve işleri sanat olarak kabul görüp binlerce dolarlık alıcı buluyor. başlangıçta onun hikayesi gibi gitmese de sonunda bambaşka bir şey izlemiş oluyoruz
epey eğlenceli belgesel. ama bu belgesel hakkında da tartışma var. thierry karakterinin kurmaca oldugunu söyleyen insanlar mevcut. banksy'nin bütün olanı planladıgı, karakteri kendi yarattıgı söylentileri... banksy için, sokak sanatçısı olmayan bir insanın işlerine sanat diyerek binlerce dolar ödeyen insanları göstermek istemiş deniyor. bu kısımlar tabii muallak. gerçek de olsa kurgu da olsa eğlenceli belgesel.
16 Ekim, 2018
Nuit et Brouillard
night and fog. türkçesi gece ve sis. rahatsız edici bir belgesel. izlediğim kaynaktaki görüntü kalitesinin iyi olmaması belki bir nebze olsun belgeseli izlememi kolaylaştırdı. yarım saatlik sürede birçok filmin, belgeselin vuramadığı kadar vuruyor. görüntüler gerçek. dolaylı bir anlatım yok. gerçek görüntülerle olan biten açık açık anlatılıyor.
savaş, ayrımcılık, masum insanlar, zoraki göç... bunlar her zaman var. su anda da var. o dönem nazilerin yaptıklarının çok ağır olması belki de bugün olanlara insanların bakısını hafifletiyor. yoksa su anda insanlar ölüyor, göçe zorlanıyor, işkenceye maruz kalıyor. bir de sorumluluk olayı var. kampta herkes kendince emir kulu... savaş sonrası yargılamalar başlayınca herkes topu atıyor. sorumluluk alan yok. ben sadece bana denileni yaptım. insani olmayan koşullar, istif halinde trenle götürülen insanlar, gaz odaları, denek olarak kullanılan insanlar... bugün ürünlerini kullandıgımız firmalar ürünlerinin denenmesi için kamplardaki insanları denek olarak kullanmış. nereden tutulsa elinde kalınan bir dönem. kadın saçların kumaş yapılması. kemiklerde gübre denemeleri. deriden sabun yapmaya çalışmalar.
tabii insan var oldugu sürece dozu değişse de bu tip olaylar devam edecek. kimisi sistematik, kimisi spontane... aklıma suriye'de kimyasal gazla öldürülen insanlar geldi. sorumluluğu hiçbir ülke almadı. herkes birbirini kınadı ve kimyasal saldırı yapılmadı, gazı rüzgar götürdü gibi sonuca varıldı. onlarca insan öldüğüyle kaldı. binlerce insan da bundan etkilendi. tüm bunlar dibimizde oluyor. duyuyoruz, görüyoruz. acı her dönemde var.
14 Ekim, 2018
Hachi: A Dog's Tale
seviyorum kediyi, köpeği. uzun süredir de hayvan sahibi olmak istiyorum ama şartlar müsait değil. şurada yazmıştım bir şeyler. o yazıyı yazarken bir sene sonra durumuma tekrar bakacağım demiştim ama yaklaşık bir sene geçmesine rağmen durumumda pek değişiklik yok. o yüzden hayvan sahiplenme konusu hala rafta duruyor.
hachi birçok insanın izlemese bile duydugu, bildiği bir film. lassie gibi bir şey. izlenmese bile en azından belirli bir zumre biliyor. hachi: a dog's tale gerçek bir hikayeye dayanıyor. bu da filmi daha etkili yapıyor. film amerikan yapımı olsa da gerçek hikaye japonya'da geçiyor. 30'lu yıllarda japonya'da yasayan bir profesörün köpeği hachi. japonca'da sekiz demek. yine filmden öğrendiğim kadarıyla ugurlu bir sayı. hachi her sabah profesörü tren istasyonuna bırakıyor ve onun dönüş saatinde tren istasyonunda hazır bekliyor. buralar ağır spoiler. akitaa cinsi hachi o kadar sağdık ki sahibi ölmesine rağmen bu davranışını değiştirmiyor. yıllarca orada bekliyor. istasyon görevlileri onun bakımı yapıyor, mamasını, suyunu veriyor. hachi ölünce de onun anısına oraya bir heykel yapılıyor.
köpeklerin sadakati malum. kedi pek öyle değil. kedi de seviyorum ama kedi fazla basına buyruk. belki de onu özel yapan bu. köpekler daha sahibiyle haşır neşir. köpek sahibi olmayı çok istiyorum ama gerçekçi bakarsam yasadagım ortam yasaması için uygun değil. gerçi su anda çok kötü şartlarda yasayanlar var. benim ortamım su an içlerinde bulundukları ortamlardan ya da sokaklardan çok daha iyi oldugu kesin ama onunla kurulan ilişki sonrası belirli bir vakitten sonra ilgisine karsı verememek üzücü olabiliyor. bu yüzden hala köpek sahiplenme konusunda düşünceliyim. birlikte 15-20 yıl geçirmek söz konusu.
film yazısı gibi olmadı pek. filmi çok sevdim. köpek sevgim daha da depreşti. keske daha önce izleseydim dediğim filmlerden oldu.
12 Ekim, 2018
City Lights
charlie chaplin'in filmlerinden kesitleri birçok farklı sebepten izledim ama hiçbir zaman filmlerini baştan sona izlemedim. imdb top 250 filmlerini bitirmeye çalısıyorum. o listeyi kontrol ederken gördüm city lights'ı. ilk kez bir charli chaplin filmini baştan sonra izleyeyim dedim.
filmin konusunu daha önce biliyordum. bilme sebebim de kemal sunal filminden dolayı. en büyük şaban, city lights'ın aynısı. bu yüzden filmin içine çok girebildiğim söylenemez. en büyük şaban'ı o kadar çok izledim ki, city lights'ı izlerken şimdi böyle olacak, şimdi şöyle olacak diyerek izledim. bu yüzden film beni çok fazla sarmadı. yalnız boks sahnelerinde inanılmaz eğlendim. bunun dışında sıkılarak, telefon elimde whatsapp'te yazışarak filmi bitirdim. en büyük şaban'ı izlemeden önce bu filmi izlemek isterdim. o zaman çok daha fazla filmin içine girebilirdim zira oyunculuklar muazzam. diğer filmleri de izleyeceğim. umarım bu filmde oldugu gibi bir durum olmaz.
11 Ekim, 2018
Beginners
uzun zamandır izleme listemde olan bir filmdi. hatta listeye eklediğim zamanı da hatırlıyorum. genelde bir filmi izlemeden ya da izleme listesine atmadan önce film hakkında bir iki satır da olsa bir şey okurum. bu filmi de daha önce izlemek istediğimde konusu hakkında fikir edinmek için ekşi sözlük'e baktım. orada bir yazar filmle alakalı mutsuz anda izlenmemesini salık veriyordu. o an içinde buludugum durum iyi olmadıgı için, neden iyi olmadıgı hakkında hiçbir fikrim yok, filmi izlemedim. kısmet bugüneymiş. böyle şeylere çok takılan birisi değilim ama demek ki kafa dağıtmak için eğlenceli bir şeyler arıyordum. komedi türünden görünce merak ettim ve izlemek istedim. ama filmin dram tarafı daha ağır tabii.
önce annesini ardından babasını kaybeden bir adamın hikayesi... film başlangıç üzerine kurulu gibi. kendi içinde edilen itiraflar. yeni arkadaşlıklar, yeni ortamlar... yeni bir hayata başlamak zor. her son bir başlangıç olsa da, son ağır oldugunda başlangıç kolay olmuyor. yenilere adapte olmak zorlaşıyor. filmde de bunu özellikle oliver'in hayatında görebiliyoruz. aslında babanın çevresine yaptıgı itirafı çok daha önce kendisine yaptıgından dolayı, eşi öldükten sonraki yeni hayatına ne kadar başlangıç diyebiliriz bilemiyorum. baba zaten alışık oldugu hayatı sadece göz önünde yaşamaya başlıyor. eşi onun durumunu biliyor. kaçak göçek ilişkiler yaşıyor. sadece oliver bilmiyor. belki babasının yeni hayatı da oliver için bir başlangıç olabilir. oliver ona da adapte olmaya çalısıyor. anna ile tanışması. daha sonra onunla olan ilişkisinde başarısızlık. akabinde onunla olan tekrar başlayan ilişkisi... oliver sürekli bir şeyler alışmaya çalışıyor. bir şeylere başlıyor. babasının köpeğiyle daha önce yaşamasında rağmen, onun kendi hayatına dahil etmesi, onunla birlikte yalnız kalması bile başlangıç
sakin, naif bir film. depresif tarafı da var. bazı insanlar bundan dolayı pek sevememiş, melankolik bulmuşlar. benim hoşuma gitti. seviyorum böyle sakin, kendi halinde filmleri.
10 Ekim, 2018
Lazzaro Felice
happy as lazzaro. türkçesi mutlu lazzaro. cannes'da en iyi senaryo ödülünü almış. dün gece yarısını, bu sabah da diğer yarısını izledim. film lazzaro üzerinden ilerlese de bir grup insanın izbe, kimsenin giremediği bir çiftlikte maraba olarak tutulmasını, sömürülmesini konu ediyor. bu insanlar köle gibi çiftliğin sahibi tarafından kullanılıyor. dünya ile iletişimleri hiç yok. okula zenginlerin gittiğini düşünüyorlar. tüm yaşamları çalışmak ve hayatlarını idame ettirebilmek. kendilerini mal olarak görüp, çiftliğe ait olduklarını düşünüyorlar. lazzaro da o çiftlikte yaşayan saf diye nitelendirilebilecek, herkese iyilik yapmaya çalışan bir genç. iyilik yapmasından da öte herkese inanıyor, herkesin yardımına koşuyor. filmi izlerken lazzaro'nun bir süre sonra bu kadar saf olabilmesi can sıkan boyuta geliyor.
her ne kadar film sömürüyü anlatsa da, sömürülen de bir süre sonra sömürülüyor. bu açıdan sadece ezilenlerin sömürülmesinin anlatıyor da diyemeyiz. kötünün içinde saf iyiliğin, karşılıksız iyliğin bile çaresizliği diyebiliriz film için. iyilik timsali, aziz lazzaro bile günün sonunda dünyanın kötülüğüne dayanamıyor. çaresiz kalıyor. tepkisiz kalıyor. yaşlanmayan iyilik, hep genç kalan iyilik hikayedeki yaşlı kurt misali yaşadığı sürüden ayrılıp kendisini şehrinde göbeğinde, bilmediği, görmediği bir ortamda buluyor. ne kadar iyi olursan ol, aziz olsan da o ortamın kötülüğüyle baş edemiyorsun. kiliseden bile kovuluyorsun. orada bulunmana bile izin yok. orada da bazıları için uygun olmayan özel törenler var. sorgusuz saualsiz dışlamalar... müziğin sesinin gitmesi, kurdun ayrılması... iyilik hiçbir zaman yaşlanmasa da artık bu dünya için değil sanırım.
06 Ekim, 2018
Gebzespor 1-1 Erzin Belediyespor
gündüz maçları güzel. cumartesi gündüz maçları daha da güzel. biraz gezinmenin ardından stadın yolunu tuttum. hava güneşli. kış güneşi ısıtmıyordu ama yine de idare eder bir hava vardı. 5 dakikalık bilet kuyrugunun ardından maratondaki yerimi aldım.
gebzespor çok iyi başlayamadı. topu tutamadılar, top yapamadılar. niyahetinde savunmanın hatasıyla 10. dakikada gölü yediler. takım golü yedikten sonra toparlanmaya başladı. gol gerekiyordu belki de. ufak tefek gebze ataklarında birinde 32. dakikada oğuz başaran topu içeriye çok iyi getirdi. maçın en etkili ismi emre fırtına da ceza saha içerisinde sağ çaprazdan sol ayağıyla uzak köşeye plaseyi bıraktı ve durumu 1-1 yaptı. maçın ilk yarısından çok ciddi pozisyon olmadı. karşılıklı top kapmalı, kaptırmalı şeklinde ilk yarı bitti. ikinci yarıyı ayakta izlemeye başladım. zira koltuklar her zamanki gibi epey pisti, koltugun arka kısmına doğru oturmuştum, orası da bir süre sonra popoyu acıtınca ayakta izlemeye başladım. ikinci yarı ilk yarıdakinden farklı bir gebzespor vardı. neredeyse tek kale maç oldu. gebze, oyunu erzin yarı sahasında yıktı. zaman zaman normal olarak kontraya yakalansa da maçın sonlarına doğru oluşan karambol hariç gebze kalesinde ciddi pozisyon oluşmadı. maçın sonlarına doğru sağ taraftan yapılan ortaya 9 numaralı ziya topa yükselirken kendisini yerde buldu ve hakem penaltıyı verdi. penaltıyı da ziya kullandı, topu üstten dışarı vurdu. hemen erzinli futbolcular yukarıda allah var hareketiyle. pozisyonun penaltı olmadıgını vücut dilleriyle belli ettiler. bence de penaltı yok gibiydi. ucuz bir penaltıydı. penaltı pozisyonun kaçmasıyla büyük fırsatı tepmiş oldu gebzespor.
puan kaybı sonrası gebzespor ciddi avantaj kaybetti. yarın tire-kozan maçı var. ligin birincsi ve ikincisi oynuyor. iki takımdan bir tanesi puan kaybedecek ve olası gebze galibiyeti, gebzespor'u bu takımlara puan olarak yaklaştıracaktı. ciddi fırsat kaçtı. sağlık olsun. benim beklentim şampiyonluk değil. bu sezon tutunma ve alışma olsun. önümüzdeki seneyle beraber şampiyonluk şarkısı, türküsü söylenmeye başlanır.
02 Ekim, 2018
Şeker Portakalı
brezilya'da yaşayan 5-6 yaşlarındaki bir çocugun ağzından anlatılıyor her şey. kitabı çok sevdiğim söylenemez. hatta okurken neden bu kadar sevildiğini de düşünmedim değil. her zaman en çok satan, okunması için ilk akla gelen bir kitap. benim çok da hoşuma gitmedi. belki de gereksiz beklenti oluştu. bu yüzden de okuduktan sonra abartılmış buldum. kitabın en güzel yanı okurken zaman zaman kendi çocukluğumu hatırlamam oldu. zor bir çocukluğum olmadı. rahat büyüsem de çocukken başıma gelen bir takım hadiseler aklıma geldi.
sağda solda okunması gereken kitaplar listesinde mutlaka bulunur ya da birisi kitap tavsiyesinde bulunacağı zaman akla ilk gelen olur, hele hele kitap okumayan birisine ilk söylenen olur belki de. bundan birkaç yıl önce yasaklandıgında da ismi epey duyulmuştu. öğretmen orta okul öğrencilerine ödev olarak veriyor. velilerden birisi de kitabı okuyor ve kitapta türk geleneklerine yakışmayacak kısımlar görüyor. bu yüzden kitap olay olmuştu. öğretmen açığa alınmıştı. kitap meb'in önerdiği kitaplar listesinden kaldırlacaktı. bissürü gereksiz hadiseler. kitabı okurken bu olay aklıma geldi ama hiç öyle örflük, adetlik terslikler göremedim. o çağdaki çocukların rahatlıkla okuyacağı hatta seveceği bir kitap.
Aus dem Nichts
film, almanya'da terör saldırısında ailesini kaybeden bir kadının hak, hukuk mücadelesini konu ediniyor. fatih akın filmi; yazmış ve yönetmiş. genel olarak fatih akın'ın filmlerini seviyorum. ama ilk filmleri şu an yaptığı filmlerde çok daha iyi... genel olarak filmi beğendim ama bu beğeni oradaki türkiye kültürüne ilgi duymamdan ötürü olabilir. almanya, türkiye, türk, kürt, almancılık, gurbetçilik, azınlıklar... seviyorum böyle hikayeleri.
film genel olarak vasat aslında. daha iyi kurgulanabilir ya da senaryo daha iyi olabilirmiş. şu an almanya'nın göbeğinde saldırı olsa herhalde ilk bakılacak yerler güvenlik kameraları olur. almanya'yı geçtim sağımızda solumuzda olay oldugunda bile sıradan vatandaş kameraya bakmışlar mı diye olay yeri inceleme komiseri oluyor. filmde bomba patlıyor, ortada terör şüphesi var ama şüphe yeterince araştırılmıyor. araştırlmaması filmin konusu değil. daha iyi ifadeyle bu tür dosyaların üzerine çok gidilmediği, yeterine araştırılmadıgı hatta ve hatta üstünün kapatıldıgı gerçekleri var. ancak film bunun üzerinde durmuyor. ya da duruyorsa bile izleyice çok geçmiyor. filmin süresi biraz daha uzun olup, soruşturma kısımları daha iyi olabilirmiş. buralar hep spoiler olacak. eldeki otel defteri kayıtlarına bakan mahkeme, şüphelilerin almanya'da olmadıgına hemen inanabiliyor. defter araştırılmıyor, soruşturulmuyor. böyle olunca film inandırıcılıktan uzaklaşıyor. fatih akın da röportajında filmin anne olmak ve yas tutmakla alakalı oldugunu söylemiş. filmi çekmeye iten sebep olarak bu tip cinayetlerin yeterince üzerinde durulmadıgını ve mafya üzerine yıkıldıgını ama akabinde filmi çekmeye başlayınca, farklı durumlar gördüğünü söylüyor. cinayetlerin üzerinde durulmaması annenin içinde bulundugu durumla alakalı. acı olayın varoluşundan daha önemli. belki de bu yüzden filmde, soruşturma kısımlarınun üzerinde çok fazla durulmamış.
daniel kruger filmdeki rolüyle cannes'da altın palmiye ödülü almış. zaten filmi de tek başına sırtlamış. o da olmasa film vasatın altında bile kalabilirmiş.
01 Ekim, 2018
Boşlukta Sallanan Adam
saul bellow romanı. ikinci dünya savaşı zamanı askere çağrılmak için işinden ayrılan bir adamın işsizliğini anlatıyor. joseph, askere çağrılacağım diyerek işinden ayrılır ama bir türlü çağrılmaz. bu arada zaman geçer, işsiz olarak vakit geçirir böylece bireyin toplumla ilişkisi güzelce görürüz.
kitabı okumadan önce iyi kötü bakmıştım konusuna. ilgimi çekmişti. kendim de kitaptaki duruma düşmüştüm çünkü. askere gideceğim diye işimden ayrılmamıştım ama zor dönemlerdi. kitabın adı gibi boşlukta sallanıyordum. debelenmek gibi. askere gitmediğim iş yoktu. tecil bitmişti. mecburen bana kışla yolları gözükmüştü. askere gitmek için kendi celp dönemimi beklerken kitaptaki benzer sıkıntıları yaşamıştım. parasız kalmak, eksik olmak, kavgacı ruh hali... bunlar bende de vuku buldu. joseph, özgür olsa da özgürlük ona yük olarak geri dönüyor. bu yüzden askerlik gibi tüm özgürlüğünün elden alındığı ortama artık koşa koşa gitmek istiyor. beni alın diyor. toplumun onu getirdiği nokta, aslında toplumun özgür insana nasıl kambur olabileceğinin göstergesi. benzer olay bende de oldu. öyle bir noktaya gelmiştim ki, yeter deyip yaldır yaldır şubeye gittim; ben askere gitmek istiyorum dedim. evraklar, imzalar, komando olmak ister misin tırı vırı derken işimi bitirip, askere gidişimi beklemeye başladım. askere gittiğimde de kendi özgürlüğümü başkalarına vermek beni rahatlatmıştı. çünkü özgürlüğüm bir işe yaramıyordu. özgür olarak bir şey yapamıyordum. kendimden yorulmuştum. kitabı okurken en çok kendimi gördüğüm kısım buralar oldu. toplumun bir parçasısın ama aynı zaman da değilsin. özgürsün ama bir dakika, bazı şeyleri yapamazsın.
saul bellow, bu kitapla 1976'da nobel edebiyat ödülünü almış. günlük şeklinde yazılmış, yormadan okunuyor. güzel kitap. askerlik öncesi boşlukta yaşayan erkek bireyleri zaman zaman kitapta kendilerini görebilir.
Eighth Grade
iyi film. güzel film. çok iyi olmasa da idare eder türden iyi film. konusu sosyal medya kullanımın getirdiği saçma hayat. orta okul mezuniyetine bir hafta kala kayla'nın hayatını konu ederek sosyal medya kullanımını anlatmışlar. çok fazla sosyal mesaj vermediği için güzel film. eğer sosyal mesaj işini abartılı yapsalardı beğenmeyebilirdim. sosyal medya kullanmasam da kullanan insanlara neden kullanıyorsun demek ya da kullanmak mı, kullanmamak mı doğru gibi yargılamalara girmeyi doğru bulmuyorum. daha önce de burada da yazmıştım. ben kullanmıyorum çünkü internet bir zamanlar benim için kaçış alanıydı. şu an kaçamıyorum. çünkü eş, dost, akraba herkes internette. önceden facebook sınırları içerisindelerdi ama şimdi her yerdeler. instagram ele geçirildi. twitter'da da zaman zaman varlar. hep varlar. geçenlerde babamın gelip twitter açtım demesi neden sosyal medya olmayışımın bir sebebi aslında. bu yüzden kullanmıyorum. dışarsı kaçış için daha cazip geliyor ya da buralar. ne kadar sosyal medya sayılırsa artık.
kayla, yotube'a videolar çekiyor ama izlenmiyor. youtube'da öneriler yapıyor; okulla ilgili, hayatla ilgili ama orada olmak istediği kişiymiş gibi davranıyor. sosyal medyada gösterdiği ile sosyal hayattaki kendisi arasında dağlar kadar fark var. sosyal medyayı çok aktif kullanıyor. sabah uyanıyor, gidip makyaj yapıp tekrar yatıyor ve bakın ne güzel uyandım temalı, köpekli günaydın snap'i atıyor. böyle bir kız. tabii aile ilişkileri de kötü. daha doğrusu sosyal ilişkileri kötü. babasıyla konuşmuyor. küs oldugundan değil. iletişim kuramıyor. babası nasılsın dese, "baba yeaaa bi sus!" tepkisi veriyor. orta okuldan liseye geçiş ergen kızı. gel zaman git zaman kendi kendine, idrak kuvvetiyle farkına varıyor yaşadıgı hayatın yalanlığını. düzelme sürecine giriyor.
film, direkt sosyal mesaj vermese de, bu tip çocukları kendilerini fark ettirebilmek için güzel olabilir. birçok insan; sadece gençler, ergenler değil yetişkinler dahil, sosyal medyada kendisi gibi davranmıyor. amerika'da kayla youtube'da olmak istediği kişi gibi davranıyor. türkiye'de müslüman bireyi de cuma'nız mübarek olsun, haramdan uzak helale yakın olun diyor ama cuma cuma gıybetten de uzak duramıyor. toplumun her kesimi kendi meşrebine olmak istediği gibi mesajlar veriyor sosyal medyadan. ama sosyal hayatında pek öyle olamıyor. bu yüzden epey sıkıntılı ortam. toplum baskısını dibine kadar hissettiren memleketimiz, insanları buna mecbur kılıyor. gerçi sorun bizim memlekette alakalı da değil. filmde de görüldüğü üzere herkes kendi kültürü içerinde böyle problem yaşıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)