27 Şubat, 2018

I, Tonya


başrolde margot robbie var. epey güzel bir kadın. sadece başrol olarak değil, filmin yapım tarafında da var. belki başrolden daha zor onun için. başka bir alan. i, tonya epeydir gördüğüm, duyduğum bir filmdi. torrente de düşmüştü ama altyazıyla alakalı bir problem oldugu için izleyemiyordum. nihayet izleyebildim. tonya harding isimli artistik buz patencisinin hayatını anlatıyor. biyografik bir film. filmin güzelliğinden hep bahsediliyordu ama beklediğimden daha iyi olduğunu söyleyebilirim. filmden, diziden teknik olarak anlamadıgım için o taraflara pek giremiyorum. istesem de giremem. o yüzden spoiler karışık filmin bana ne hissettirdiğini yazıyorum genelde.

coğrafya bir kaderdir. bu sözü kimin söylediğine dair çok fazla görüş var. birçok kaynakta geçiyor. en geriye gittiğimizde ibn-i haldun'a kadar gidiyoruz ama sanırım ona da ait değil. kim demişse toprağı bol olsun. herhalde bu söz söylendiği zaman bir coğrafyadaki kültürün tekelleşmesinden kaynaklı bir problemden bahsedilmiş. ancak günümüzde daha da mikro hale gelen hayatta coğrafya bir kaderdir demek, özellikle bazı ülkeler için gereksiz olabiliyor. bir ara furya vardı, doğum için abd'ye gidiliyordu. sanırım orada doğan yabancıların bazı hakları oluyor. coğrafya beğenmiyorsun başka coğrafyaya gidiyorsun. aile mefhumu önemli haliyle. abd'de doğan bir kız tonya. insanların başka coğrafyalardan çocukları abd'de doğsun diye gidilen memleketin bizatihi vatandaşı. annesi, babası abd'li, kendisi de öyle... coğrafyadan kaynaklı ne kadar kader güzellemesi yapılabilirse o kadar güzelleme yapılır. ancak filmde tonya'nın başına gelenleri görünce artık coğrafyanın o kadar da önemli olmadıgını, hayatın daha da mikro ölçekte yaşandıgını görüyoruz. spoiler olacak ama bir sahne var. tonya kaydıktan sonra çok düşük puan alıyor. itiraz için hakemlerden birisini otoparkta yakalıyor. çok iyi kaymasına rağmen neden düşük puan aldıgını soruyor. hakem de ona, iyi kaymanın yanı sıra başka şeylerin de puan için önemli oldugunu söylüyor. tonya'ya örnek bir aileye sahip olmadıgını, abd'yi temsil edecek birisinin bu açıdan da önem teşkil ettiğini söylüyor.  sporun başka bir tarafı çünkü ailenin kötü olması senin yeteneğinden bağımsız bir durum. çok yeteneklisin ama ailenden dolayı vatandaşı olan ülkeyi temsiliyet sorunu yaşıyorsun.  diğer taraftan da öykünülen ülkelerin acımasız taraflarını görebiliyoruz. belki daldan dala olacak ama arkadaşlarımla zaman zaman bir tartışma yaşıyorum. memleket problemlerini bir tarafa bırakıyorum, amacım türkiye ile başka bir ülke kıyası değil, sadece ait olunmak istenen ülkelerin kendi içinde değerlendirilmesi. erasmus ile 5-6 ay ya da tatilde bir hafta on günlük ziyaretle gidilen bir ülke hakkında medeniyet be demek fazla iyi niyetli yorum. böyle bir eleştiri yaptığım zaman ama türkiye'de hayat şöyle böyle karşılığını alıyorum çoğu zaman. türkiye'nin sorunlarının farkındayım ama bir mukayese değil yaptığım. sadece bir ülkeye tatil için gitmekle, o ülkede yaşamak; sosyal hayata karışıp ülkenin sorunlarıyla yüzleşmek farklı olaylar. almanya'ya gittiğimde orada hali vakti yerinde olan bir alman bana, istanbul gibi şehir bırakılıp bu ülkeye gelinir mi demişti. adam sürekli iş seyahatleri yapıyor. istanbul'da  güzel yerlerde konaklıyor, yiyor, içiyor. bağcılar devlet hastanesi dahiliye polikliniği önündeki keşmekeşten haberi yok tabii. o insanlarla hiçbir zaman diyaloga girmiyor. onun için istanbul harika bir yer. benim için ise yürümenin bile stres yarattığı bir şehir. tatil için ya da değişim programıyla bir yere gidildiğinde de sosyal hayata bir yere kadar dahil olabiliyorsun. ancak sürekli yaşadığın zaman, para kazanmak zorunda kaldıgında, oranın insanının gerçekliğiyle karşılaştıgında, medeniyetin dişlerinin inci gibi olsa da protez oldugunu fark ediyorsun. daha sonra eve gidip kedine, köpeğine sarılıp bütün insanlar aynı iyi ki sen varsın diyorsun.

çok dağınık bir yazı oldu. bir sporcunun hayatını anlatan film neler düşündürdü. özetle coğrafya kader olsa da aile artık daha çok kader. i, tonya da iyi film.

25 Şubat, 2018

Gebzespor 1-0 Beylerbeyi


yine bir pazar günü gebzespor maçındayım. bu sefer rakip beylerbeyi. bu maç, beylerbeyi ligin ilk sırasında bulunduğu için gebzespor tarafından kader maçı olarak görülüyordu. beraberlik bile pek kabul edilebilir sonuç olmazdı. beylerbeyi için ise beraberlik iyi sonuç olabilirdi. zaten maç içerisinde özellikle kalecilerinin zaman geçirmeye yönelik hareketlerinden hiç olmazsa bir puan için oynadıkları açıktı.

hava soğuk ve yağmurlu olmasına rağmen epey taraftar stada geldi. normalde numaralı da maçı izliyorduum ama havanın yağmurlu olmasından dolayı ikinci yarı maratona geçtim. maçın öneminin olması insanları biraz daha cezbetmiş ve motive etmiş olabilir; tribün epey kalabalıktı. maçın başlamasıyla top ağırlık olarak gebze'de kalmış gibi gözükse de sahada bir şeyler yapmaya çalışan beylerbeyi oldu. daha organize daha takım gibi oynamaya çalışıyorlardı. bunun yanı sıra gebzespor niko'nun eline ayağına bakar bir görüntü halindeydi. aslında amatör takımları bundan dolayı pek suçlamamak lazım. süper lig'de bile ne kadar top oynanıyor ki, amatör'de organize bir futbol olsun. fizik olarak ayakta kalan, bireysel yeteneklerle ve doldur boşaltla oynamaya çalışıyor takımlar. gebzespor da benzer görüntü içerisindeydi. niko'nun kanattan gidişleriyle, bebe'ye atılan uzun toplarla bir şeyler üretmeye çalıştılar. oğuz'un da belki daha aktif olması gerekirdi ama bu maç özelinde epey durgundu. berabere biten ilk yarının ardından ikinci yarı da pek farklı bir görüntü yoktu. iki takımın da yüzde yüz bir pozisyonu oldu. ilk yarının hemen hemen kopyası gibi olan ikinci yarıda, diğer birçok maçta oldugu gibi yine niko ortaya çıktı ve takımı ipten aldı. 90. dakikada üst üste karambolden dönen topa sol ayağıyla tavana harika vurdu ve skoru 1-0 yaptı. bütün stadın 90 dakika boyunca içinde tuttuğu o heyecanı açığa çıkardı, muazzam bir gol sonrası sevinci yaşandı. niko'nun bitiriciliği ve son bitiriş pasları biraz daha iyi olsa maç bu noktalara gelmezdi. sadece bu maç değil, birçok maçı erken koparırdı gebzespor ama her güzelin bir kusuru var işte. hızı, süratı, adam eksiltmesi var fakat son vuruşlarda becerisi yok. belki bitirişi olsa gebzespor yerine daha üst liglerde oynardı.

gebzespor bu galibiyetle 44 puanla birinci sıraya yerleşti. ligin bitmesine 6 hafta daha var. çok önemli avantaj olsa da lig daha su kaldırır. takım deplasmanda pek sorun yaşamıyor ama iç sahada çok sürpriz kayıpları oluyor. bu yüzden fikstüre pek takılmıyorum. kazanır dediğimiz maçlarda puan kaybı çok oldu.  çok fazla bu maçın havasına kapılmadan öne bakmak lazım çünkü baya baya yaklaşıyor yaklaşmakta olan.

23 Şubat, 2018

Epizoda u zivotu beraca zeljeza


filmin türkçesi bir hurdacının hayatı. danis tanovic yazıp yönetmiş; no man's land filminden tanınan, bilinen bosnalı bir yönetmen. filmi ilgi çekici kılan taraf oyuncuları. oyuncular kendilerini oynamış. filmden haberim nazif'in ölüm haberini bir tweetle öğrenmem sonucu oldu. acı bir tanışma. ne film hakkında, ne de nazif hakkında en ufak bilgim yoktu. haber ilgimi çekince, filmin süresi de kısa olunca oturdum hemen izledim. ne fark eder bilmiyorum ama, filmi ve dolayısıyla nazif'i daha önce bilmek isterdim. nazif mujic, kendisini oynadığı karakterle berlin'de en iyi erkek oyuncu ödülünü almış. ne acıdır ki, filmde eşine ilaç almak için arabasını parçalayıp hurdaya vermek zorunda kalan nazif, daha sonra geçim sıkıntısı nedeniyle aldığı ödülü satmak zorunda kalmış.

savaşta ailesinden birçok kişiyi kaybeden nazif, amir ile olan bir konuşmasında aynen şöyle söyüyor: yemin ederim amir, savaş zamanı daha iyiydi. savaşın aksiyon tarafını değil de savaş sonrasını, yapılan anlaşmalarla varılan sulh hayatındaki tutunma mücadelesini anlatan filmlerde bu replik çok sık geçiyor. savaşın ne kadar kötü bir şey oldugunu savaştan sonra yaşamak zorunda kalan insanlar çok iyi biliyor. savaş zamanı daha iyi oldugunu söyleyecek kadar acımasız bir durum içine giriyorlar. olmayan devlet düzeni, fakirlik, işsizlik, eğitim problemleri, yetersiz sağlık hizmetleri... sorunlar bitmek bilmiyor. sürekli bunlarla boğuşmak insanı isyana sürüklüyor. bir yerden sonra nazif haklı olarak soruyor: tanrım, neden fakirlere eziyet ediyorsun? bunun cevabı elbette yok. soru, neden bunu yapıyorsun da değil, neden eziyet ediyorsun. çünkü yaşamak artık bir eziyet haline geliyor.

hayatı film olan nazif mujic geçtiğimiz günlerde 48 yaşında hayatını kaybetmiş. kendisini oynayarak en iyi oyuncu ödülü aldığı filmle umarım iz bıraktığını düşünüyordur. ve yine umarım gittiği yerde de filmde sorduğu sorunun cevabını bilen birisi vardır.

22 Şubat, 2018

Scholl Kardeşler


birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz günlerden ziyade sesini çıkaran insanlara ihtiyacımız var. her geçen gün ses çıkarmak daha da zorlaşıyor. işimi kaybederim, mesleğimi kaybederim, toplum ne der, benim çabamla değişecek mi sanki demeden kendi sesimizin duyulacağı yerin önemini düşünmeden o sesi çıkarmak lazım. tabii zor. yazması kadar icraati de kolay olsa keşke.

twitter'da boş boş parmak oynatırken bir tweete denk geldim. scholl kardeşler 75 yıl önce bugün hitler rejimine karşı geldikleri için idam edildiler. üniversite öğrencisiydiler ve nazilere karşı kurdukları die weisse Rose isimli grupla halkı nazilere karşı direnişe çağırıyorlardı. zamanın vatan hainleri, idam edilen insanlarını almanya bir pulla anmayı da eksik görmemiş. sanırım dünya zannedilenden daha çabuk dönüyor.

sophie scholl özelinde bir film de var. filmle alakalı yazmıştım. zaten scholl kardeşlerden ve kurdukları gruptan film sayesinde haberim olmuştu. o yazının son paragrafı bu postun da sonu olsun. insanların muhalif olarak nefes almak için bile zorlandıkları dönemlerde, işleri yoluna koyabilmek için, insanlık ve özgürlük için mücadele içine girmeleri kutsal bir davranış. bir laf vardır, bazı insanlar için söylenir; dünya dönüyorsa böyle güzel insnalar sayesinde diye. gerçekten eğer insanlık varsa, özgürlük varsa sophie scholl gibi insanların ettiği mücadeler sayesinde var. dünya bu yüzden dönüyor.
dünya'da nasıl adalet bekleyebiliriz, davalarını hakkıyla savunmaya çalışan bu kadar az kişi varken? ne kadar güzel, güneşli bir gün ve ben gitmek zorundayım. ama benim ölümüm niye sorun olsun ki; eğer insanlar bizim sayemizde uyanırlarsa ve harekete geçerlerse?

sophie scholl

21 Şubat, 2018

Toz Bezi


istanbul'da gündelikçi olarak çalışan iki kadının hikayesi. ahu öztürk filmin senaryasonu yazmış. filmi yönetmeni de kendisi. istanbul film festivalinde ödüller almış. işçi ve kadın filmi. bazı kadın filmlerinin gösterildiği festivallerde de gösterilmiş. filmi izleyince işçi filminin yanında neden kadın filmi olduğunu anlayabiliyoruz. film, birgün'de bir köşe yazısı yüzünden tartışmaya konu olmuş. etnik film tarafı öne çıkarıldığı için ödül verildiği yazılmış. biraz acımasız eleştiri. filmin içerisinde etnik kimlikten kaynaklı yaşanan sıkıntılara gönderme var ama filmin bu yüzden desteklenip ödül aldığını söylemek biraz haksızlık olur.  mesleğe yapılan eleştiriler ve karşılaşılan zorluklar daha ön planda. işin var, para kazanıyorsun ama güvencen yok. işin olmasına rağmen iş arıyorsun. bu temalar öne çıkarılmasına rağmen filmdeki birkaç diyalog üzerinden filme vurmak yersiz.

bir tanıdığımız var. kendisi de evlere temizliğe gidiyor. yaklaşık on yıl önce ziyaretine gitmiştik bir sebepten. o zaman temizliğe gittiği evlerden birisini anlatmıştı. büyük bir kulüpte oynayan, herkes tarafından bilinen bir futbolcunun evine temizliğe gidiyormuş. anlattı durdu. adamın aslında çok iyi oldugunu ama karısının o kadar da iyi olmadıgından girdi, kendisine verilen hediyelerden çıktı. filmde de benzer taraf var. gündelikçi iki kadın inanılmaz dedikodu yapıyor. filmin gerçekçi oldugunu düşünürsek evinize temizliğe bir kadın geliyorsa, büyük ihtimalle arkanızdan sallıyor ve dedikodunuzu yapıyor. tabii tüm genellemeler gibi bu da yanlış. ancak film boyunca o kadar göze sokuldu ki, insan ister istemez bütün temizlikçiler hakkında bir yargıya kapılıyor. belki de temizliğe gidilen evlerdeki tepeden bakmaktan kaynaklıdır. çünkü ayrı iki dünya var. birbirlerinin hayatlarına dahil olan ama hiçbir zaman karışmayan.

birgün'deki eleştiri gündeliğe giden kadınların kürt olmasının fazla göze önüne çıkarılmasından dolayı... bu tip filmlerin bilinçli olarak desteklendiği ve tamamen bu sebepten ödül verildiği eleştirilmiş. bir sahnede iki ev sahibi konuşurken kahve getiren temizlikçiye kadınlardan birisi buyur sen de gel diyor ve oturtuyor. temizlikçiye sen nerelisin diyor. beyaz teninden dolayı çerkeslere benzetiyor. sonra, aralarında konuşurken başka birisi hakkında, hanımefendi bir kadın, çok iyi insan, biliyor musunuz kürtmüş, hiç tahmin etmezsiniz minvalinde konuşuyorlar. tabii o zaman kamera temizlikçiyi gösteriyor. yine başka bir sahnede iki temizlikçi kadın iş görüşmesindeler. memleketleri soruldugunda daha önce çerkese benzetilen, ben karslıyım ama çerkesim diye yanıt veriyor. kimliğinden kaçıyor. eleştiriler bu sahnelerin kör göze parmak sokulmasından dolayı... katıldığım bir eleştiri değil tabii. bunlar memlekette kendisini azınlık olarak gören her insanın karşılaştığı sorunlar. memleket gerçekleri.

filmi izlediğim kaynakta ses sorunu var sanıyordum ama sorun yokmuş. genel bir eleştiri var bu yönde. bazı diyaloglar anlaşılmıyor. diğer bir eleştiri, kadınlardan birisi zazaca ya da kürtçe konuşuyor ama altyazı yok. bunu problem edenler var ama benim için büyük bir sorun değil. kadının ne konuştugu anlaşılmıyor ama ne için konuştugu anlaşılıyor. filmin izleyiciye vermek istediğinin de bu oldugunu düşünüyorum. gönül yarası filmindeki bu şarkıya ağlamak için kürtçe bilmek mi gerekir tadında sahneler. duygu karşı tarafa geçtikten sonra içeriğin çok önemi yok. üç aşağı beş yukarı içerik tahmin edilebiliyor. yönetmenin ilk filmi oldugunu düşünürsek olmuş bir film.

Vallah Montag is Haram!


pazartesi fikstüründen şikayet eden frakfurt taraftarının dün akşam açtığı çokdilli pankart. türkçesi, vallahi pazartesi haram. mealen, pazartesi gününe maç koymayın. haklı tepki. daha önce yine frankfurt taraftarından 18.30 maçı için warum lan? tepkisi gelmişti.

kültür neydi? iyilikti, güzellikti...

20 Şubat, 2018

Değişen Yol


üniversite 1. sınıfın son zamanları. bazı bölümlerin finalleri bitmiş, bazı bölümlerin devam ediyor. hocası, öğrencisi, memuru herkes koşturma içerisinde. kampüs kapısının girişinde arkadaşımı bekliyorum. gelecek ve beraber fotokopiye gideceğiz. o esnada bir kadın geldi yanıma orta yaşlı. evladım sen de mi burada öğrencisin diye sordu. evet teyze dedim. kızının da burada okudugunu, son senesi oldugunu söyledi. kızı mezun olacakmış. öğrenci işlerinde de bir işi varmış, onun için okula gelmiş. daha sonra birlikte bir yere gitmek için annesi de kapıda bekliyor. teyze sen de girseydin içeri sıcakta bekliyorsun, hem okulu görmüş olurdun, kızın o kadar yıl gelip gitmiş buraya dedim. aslında istiyordum ama izin vermediler dedi. güvenlik başörtüsü ile okula almıyormuş. o dönemler başörtülü öğrenciler kampüse giremiyordu. başlarını açmak zorundaydı ama öğrenci olmayanlarda da durumun böyle olduğunu bilmiyordum. ertesi yıl değişiklik oldu tabii. başörtüsü ile okumak serbest oldu. bu hikayeyi de neden anlattım bilmiyorum. belki bir sonraki paragrafa bağlamak için.

başörtüsüyle var olmak yıllarca mücadele gerektirdi. geçenlerde ise tam tersi bir durumu anlatan röportaja denk geldim. bianet'te bir röportaj serisi... röportajları yapan büşra cebeci. konu başörtüsü özelinde kadınlar. bütün röportajları okudum. güzel iş olmuş. blogu da unutmamak ve ufak da olsa bir kitleye kendimi anlatabilmek için kullanıyorum. haliyle röportajlardan burada bahsetmek istedim. büşra cebeci, başörtüsünü çıkaran, çıkarmak isteyen kadınların duygularına, hayatlarına inmiş. o kadınlara sormuş, kadınlar da içlerinden geldiği gibi cevap vermiş. zaman zaman hafıza epey geriye gidiyor. 28 şubat, eylemler, başörtüsü ile karşılaşılan zorluklar, akp, güncel siyaset, aile, sosyal hayat... birçok konu hakkında ufuk açıcı bir iş olmuş bana göre. baskıcı, milliyetçi, muhafazakar ailelerde doğup kendi yolunu bulamayan erkeklerde de epey travma var. oralardan çıkıp, kendi yolunu inşa edip bir de orada yürümek zorunda kalmak çok sancılı. tabii kadınlarda bu daha da travmatik. başörtülü var olmak için birçok mücadele içine girilirken gelinen noktada çıkarmak için de bir mücadele içine giriliyor. daha iyi anlamak için röportajların tamamı burada.

19 Şubat, 2018

Dönersen Islık Çal

90'ların bunalımlı filmlerinden. başrolde fikret kuşkan var, travesti rolunü oynuyor. film, bir travesti ile bir cücenin kesişen hayatlarını konu ediyor. cüce rolünde de mevlüt demiryay var. böyle bir filmi düşünen, yapan, yöneten, oynayan herkese saygılar. kırk yıl düşünsem bir cüce ile bir travestinin hayatını konu eden bir film aklıma gelmezdi. belki de bu yüzden onlar sinemacı ben değilim.
vaktizamanında istanbul'da bir devlet üniversitesinde öğrenciyim. okulun yarı özel devlet yurdundan kalıyorum. yarısı özel olsa da kyk yurtlarından hallice durum. bir esprisi yok. kız yurdunda kalanlara gece 10'dan sonra giriş, çıkış yasak. erkeklerde durum daha esnek. gece 12'den sonra çıkış var ama giriş yok. böyle de saçma bir sistem. bir gün, gece iki-üç gibi dışarı çıktık arkadaşlarla. güvenlik tanıdık oldugu için girişte problem yaşamıyoruz. acıktık. yemek yiyeceğiz. her gece yurdun karşı tarafına, ana yolun köşesine gece 12'de arabasıyla birlikte pilavcı gelir. yine oraya gittik. pilav yiyeceğiz. oturduk taburelere, turşu da var mı nidalarıyla pilavları yiyoruz. derken bir araba yanaştı. cam açıldı, ilginç bir ses tonuyla bana doğru aşkım sesi yükseldi. şaşırdım. gece gece bana kim aşkım diyebilir? cevap vermedim. ama kadının da yüzüne bakıyorum kaş altından. aynı ses, bebeğim bize büyük boy iki tavuklu söyler misin dedi. baktım iletişimin kurulduğu diğer şahıs benim. tabii dedim. pilavcıya işaret diliyle durumu aktardım. böylece travestilerle ilk diyaloğum gerçekleşmiş oldu. daha önce birçok kez çantalarında maket bıçağı varmış hikayelerinden biliyorum. nedense şartlamışım kendimi, diyalog kurulmayacak insanlar sınıfına dahil etmişim. bilinçli bir karar değil tabii bu. toplumun bana öğrettiği bir şey. travestiler tehlikelidir. fahişelik yaparlar ve çantalarında maket bıçağı vardır. bıçak neden vardır? soygun yapmak için değil, kendilerini korumak için. kimden korunmak için? kendilerine kötü davranan erkeklerden. hal böyle olunca hak veriyorum ben travestiye. bu tip filmleri izleyince daha da hak veriyorum. erkek, hava aydınlanınca travestiden nefretle bahsediyor. hava kararıp şehrin yargılayan yüzü uyuyunca, aynı erkek, travestinin yanına geliyor. bu erkekten ben de korkarım ama biz bu erkekleri bilmiyoruz. biz gündüz tarafındayız. belki o erkeklerle sürekli diyalog halindeyiz. ama travestiler onları biliyor ve kendisini savunmak zorunda kalıyor. bu yüzden yanlarında roketatar taşısalar haktır. cüce de kendisini korumak zorunda. sadece hayat kadınları değil. cüce de kendisini korumak için boynuna bir düdük asıyor. belayı hissettiğinde düdüğü çalıyor ve böylece bekçi geliyor duygusu yaşatarak belayı def ediyor.

filmle ilgili bahsetmek istediğim bir konu daha var. filmde herkes kendisi gibi olanı eziyor. oysa aynı sıkıntıdan müzarip olma halinden ortak paydada buluşulabilir ama olmuyor. mesela cüceyi senin boyunu uzatacağız diye kandırmışlar. cüce, kendisini kandıran adamın dükkanın önünde başka bir cüceyi uyarıyor; seni dolandıracak, boy uzattıkları yok diyor. diğer cüce de hadi lan oradan ben senden uzunum diye cevap veriyor. kendisi gibi olana inanmıyor işin daha kötüsü onunla alay ediyor. yine başka bir sahnede hayat kadını, travestiye kızıyor. ibneler siz geldiniz piyasa düştü diyor. ortak sıkıntılar var ama yine başkasını ezip üzerine çıkma durumu var. bizim toplumdaki linç kültüründen mi, saygısızlıktan mı kaynağını bilmediğim sebepten dolayı toplumda böyle bir problem var.

genel olarak beğendiğim bir film oldu. güneş yüzü göremeyen, karabasandan hallice toplum tarafından hayatları cüzzamlanan insanların hikayesi. tedavisi çantalardaki maket bıçakları, boyna asılan düdükler.

Only the Brave

film, abd'de bir grup itfaiyecinin başına gelen, gerçek bir olayı konu ediyor. granite mountain hotshots olarak aratınca google'da, bir şeyler karşımıza çıkıyor. tabii film izlenmediyese bu bilgiler spoiler olur. filmin birçok ödüle de adaylığı var. senenin iyi filmlerinden.
insanın hayatına dokunan meslekleri seviyorum. tabii bu mesleğe sahip olan insanlar da yaptıkları işle bir insanın hayatına dokundugunu bilmesi gerekiyor. salt maddi olarak ya da çıkar olarak bakınca, yapılan bir işin anlamı kalmıyor. toplumda sadece bunu düşünerek çalışan insanları da anlıyorum. bizim gibi memleketlerde hayatı idame ettirmenin ötesine geçemiyoruz. ama diğer taraftan öğrettikleriyle bir insanın hayatını değiştiren bir öğretmenin mutluluğu çok az meslekte hissedilir. bir hastalığı iyileştiren doktor... bir hasta olarak düşünmemek lazım; çocuğu, annesi, babası, sevilenler... farkında olmadan birçok kişinin hayatına dokunuluyor. filme de bu gözle bakıyorum. itfaiyecilerin hepsinin ailesi, sevdikleri var. gelecekleri, hayalleri var ama o işi de birileri yapmak zorunda. normal bir görev de yapmıyorlar. orman yangınlarını söndürmek işleri. bir nevi doğaya karşı mücadele. evlerine sahip çıkıyorlar. çok zor bir iş. bu tip işlere meyledenlere saygı duyuyorum. hayatta hiçbir zaman yapabileceğim işler değil. ama birileri de yapmalı. elini taşına altına koymalı.

filmin sonları dağıtıyor. bunun bir senaryodan ibaret olmadığını, gerçekten yaşanan bir olay olduğunu bildiğiniz için epey sarsıyor. bu olayı birilerinin kanlı canlı yaşadığını bilmek insanı üzüyor. çekimleriyle, olayı ele alışıyla, özellikle son kısımlarıyla epey iyi film.

17 Şubat, 2018

Coco


güzel bir pixar animasyonu. meksika kültürü hakkında öğretici tarafı var. animasyon olsa da pek çocukların olayları anlayabileceği düzeyde değil. öbür tarafa gitmeli gelmeli bir durum var ortada. yetişkinler için güzel. hele hele yakın zamanda aileden sevilen bir insan kaybedilmişse gözyaşı sel olabilir. güzel dedim ama etrafta epey beğenen gördüm. güzelden fazla bir sıfatı hak ediyor demek ki. ben pek sevemiyorum animasyon. sadece animasyon değil fantasy türü de bana göre değil. yüzüklerin efendisi, harry potter, buz devri vs. için bile burun kıvırabiliyorum. haliyle sorun sende değil coco, sorun bende. benim zevklerimde. sen gayet iyi filmsin.

Grbavica


bosna savaşı sonrası bir kadının hayata tutunma hikayesi. türkçesi esma'nın sırrı. 2006 yılında berlin'de altın ayı ödülü almış. yıllarca saklananan söylenemeyen bir sır. kadın olmanın zorlukları. tür olarak dram geçse de bir kadın filmi, aynı zamanda da bir savaş filmi. top, tüfek, silah, bomba, cephe olmasa da bana göre tam bir savaş filmi. patlayan bombalar, ölen insanlar, yurtlarını terk edenler savaşın bilinen tarafı. peki ya sonrası? savaşın getirdiği psikoloji ile yaşamak, insanın içerisinde patlayan bombalar, atılamayan sessiz çığlıklar... "insanlar savaş sırasında bile birbirini daha çok seviyordu." filmden bir replik; savaş, bu cümleden daha iyi anlatılamaz herhalde.

son zamanlarda suriyeliler ile ilgili söylemler var. onları tekrar yurtlarına göndereceğiz deniliyor. bu söylemlerin üzerine böyle bir film izlemek iyi oldu. savaş zaten görünen bir şey, savaşın görünmeyen tarafı ise savaş bittikten sonra başlıyor. yine bir sahnede pelda, savaştan önce ekonomi okuduğunu ama savaş bittiken sonra takatinin kalmadığını söylüyor. hem okusam bile iş yok, haliyle okumamın gereği yok diyor. filmde sürekli oynanan futbol bahisleri belki bu yüzden. para kazanılmak zorunda, nasıl olduğu önemli değil, çünkü ihtiyaçlar, devam eden bir yaşam var. suriyeliler ile alakalı da bu minvalde düşünmek gerekiyor. ama onlar yiyip içip, nargile kafeler de eğleniyor. esma da savaş öncesinde tıp öğrencisi ama savaş bittikten sonra bir gece kulübünde çalışıyor. yeniden aşık olmaya çalışıyor.  hala içindeki savaşla birlikte yaşamaya devam ediyor. çünkü geçmiyor o psikoloji. akıp giden yaşama karışıyor. bir insanın içindeki yaşamını bilemiyorsun. neler gördü? nasıl yaşıyor? üzerinden yıllar geçmesine rağmen bulunan toplu mezarlar var. esma, pelda'ya eğer sen gidersen ve baban bulunursa onu kim teşhis edecek diyor. gitmek de zor, kalmak da... en zoru her şeye rağmen yaşamak.

esma bir sırla yaşıyor. o sır, gözünün önünde büyüyor. bir yerde o sırrın karşısına gecip kendisine hesap soracağını biliyor belki de. zordur böyle bir yaşam. onca olan bitenden sonra insanda bazı duyguların yeşermesi güç. bu yüzden savaş sonrası daha büyük bir savaş.

bunlar da filmin getirdikleri. bir bosna ilahisi ve saraybosna için yazılmış bir şarkı.



15 Şubat, 2018

L'enfant

dardenne kardeşler'den bir film. 2005 yılında altın palmiye kazanmış. türkçesi çocuk. filmi izleyince neden filmin adının çocuk olduğu net anlaşılıyor. yirmili yaşlarının başında sokakları mesken tutan bir çiftin hikayesi. erkeğin de kadının da geçmişini bilmiyoruz. en ufak kırıntı yok. sanırım bunun önemli olduğu düşünülmediği için öğrenemiyoruz. sokakta kimsesiz bir insan gördüğümüzde onun bir ailesi olabileceğini düşünsek bile öğrenme ihtimalimiz olmuyor, belki de bundan dolayı ne bruno'nun ne de sonia'nın geçmişi hakkında bir şey biliyoruz. çok da önemli değil, bir eksiklik olarak görmüyorum. bruno'nun ve sonia'nın hayatında her şey mükemmel gidiyorumuş gibi bir de bebeği oluyor. film orada başlıyor zaten.
hangi yaşta büyümüş oluruz? bazı olayların insanları olgunlaştıdığına, o olayın sonucu ile birlikte insanın büyüdüğüne inanırım. annenin ya da babanın ölmesi... büyük bir hastalığı yenmek. bir mücadeleden galip çıkmak. ne olduğu değil, oradan çıkabilmek sanırım büyümekle alakalı. filmde de bruno'nun büyümesine şahit oluyoruz. sonia, herhalde anne olduğu için onun dünyası pas geçilmiş. babalığın öğrenilen bir şey olduğu düşünüldüğünden bruno üzerinden yürüyor hikaye. filmin adının çocuk olma sebebinin bebekle alakası olduğu kadar, bruno ile de alakalı oldugunu düşünüyorum. hatta bruno ile alakası bebek ile alakasından daha da fazla olabilir. bruno'nun çocuğu var ama hala çocuk. para kazanması, çocuğuna bakması gerekiyor ama yine çocuk. büyümüyor. hatta çocuğunu satıyor. sonia'ya çok paramız var, bir daha yaparız diyor. onun için çocuk yapılan bir şey. normal. ama öyle olmadıgını sonia'nın tavırları öğretiyor. bruno da büyümeye başlıyor. en nihayetinde de bruno'yu büyümüş şekilde görüyoruz. ortada bebek yok. filmin açılışında olduğu gibi kapanışında da bebek yok. çünkü filme adını veren bebek jimmy değil, bruno. bu bebek jimmy'nin hikayesi değil, bruno'nun yetişkinliğe adım atışının hikayesi.

büyümek, yaşla alakalı değil. yaşı başı alıp büyümemiş de olabiliriz. herhalde bedenen büyümek işin en kolayı. gelişine yaşanan hayat alıp götürüyor bedeni bir yere; bir de bakmışsın, saçlar ağarmaya başlamış. gerçi ortamlarda ırsi dersin, babanla mı tanıştacaksın sanki. çok da takılmamak lazım. hayat herkesi üzmeden büyütür umarım.

Phantom Thread


bir paul thomas anderson filmi. 50'li yıllarda londra'da terzilik yapan bir adamın hikayesi. soylu, elit kadınlara kıyafetler diken bir terzi ve onun çevresinde oluşturduğu dünya. görselliği güzel, hoş... terzimizin adı reynolds woodstock, daniel day-lewis oynuyor. işkolik, kibirli, üstten bakan bir karater reynolds; dünyanın kendisinin etrafında döndüğünü düşünen bir erkek. zaman zaman bir çocuk gibi, yönlendirilmesi, bakılması gerekiyor. vardır hayatta böyle insanlar, başkaları olmadan yaşayamazlar. bunu zengin olmakla ya da yetenekli, becereksiz olmakla ilgisi yok. tek başına hayata tutunamazlar. reynolds böyle bir erkek. ancak gün geliyor, bir garsonu seviyor, alma'yı... önce onu işlerinde kullanıyor; modellik, çıraklık, kalfalık... fazlası spoiler olduğu için yazmayayım ama ilişki dallanıp budaklanıyor. abalar durumu.

filmin en dikkat çekici tarafı reynolds ve alma ilişkisi. özellikle hayatlarının ikinci kısmı... bazı ilişkilerde taraflardan birisi çok zordur, idare edilmesi gerekir. tabii idare etmek için çok sevmek gerekiyor. hoş, bana göre kimse idare edilmemeli ama film günümüzde geçmiyor, o dönemin aklıyla düşünmek lazım. alma da reynolds'ı idare ediyor. bir nevi bebek gibi... hatta kendisine tutku duyması için, olmayacak işlere giriyor. fazlası spoiler.

filmin görselliği şahane. eğer dönem filmleri seviliyorsa; 1950'li yıllara, o dönemin elitlerinin modasına alaka duyuluyorsa zevkle izlenecek bir film. diğer türlü olsa da olur olmasa da olur benim için.

14 Şubat, 2018

Taşınmak

ilk olarak wordpress'den blog açmıştım daha sonra buraya geldim. şimdi oraya dönüyorum. buralar bir zamanlar güzeldi. özellikle 05-15 yılları arasında epey hareketlilik vardı. iyi zamanlardı. twitter ile birlikte sanırım bloglar mikro bloglara dönüştü. buralar da değişimden nasiplendi. sakinleşti. sosyal platformların beni sıkmasıyla tekrar bloga geri dönüş yapmıştım. şimdi bir adres değişikliği için bu postu giriyorum; bu blogun devamı artık burada.

12 Şubat, 2018

Gebzespor 1-1 İnegöl Kurtuluşspor


dün, güzel olmayan bir pazar günü. iki haftada olan bir rutin. yine maça gittim. alt lig maçlarını seviyorum. genellikle en üst sıradan izliyorum maçı. böylece etrafı, taraftarı gözlemleyebiliyorum. futbol bir tutku, alt ligler ise herhalde farklı bir tutku. aidiyet. maça gitmeyi pek düşünmüyordum. rahatsızlığımdan ötürü günü evde geçiririm diyordum ama maç saati yaklaşınca içim içimi kemirdi. bu gibi durumlarda şüpheye düşüp abdest alan müslüman gibi olurum. içimdeki arzuyu gerçekleştiririm. ufak bir kırıntı maça gitmemi istediğ için rahatsız olmama rağmen gittim. şüphe-abdest ilişkisi günlük hayatımda beni epey rahatlatıyor. bir konu hakkında kafam dağınıksa, dağınıklığı ne giderecekse ona yöneliyorum, abdestim ne ise onu yapıyorum.

stada girdiğimde yağmur yoktu. o yüzden ilk başta fotoğrafta görülen açık yerdeydim. hava da yumuşaktı. orası maç izlemeyi en sevdiğim yer. ilk yarıda da pek aksiyon olmadı. gebzespor klasik amatör küme takımı gibi son vuruşları yapamadığı için gol atamadı. bunun üzerine penaltıdan yediği golle de 1-0 geriye düştü. devre arasında yağmur başlayınca hemen karşı, kapalı tribüne geçtim. iyi ki öyle yaptım. devre arasından itibaren günün geri kalanı tamamen yağmurlu geçti. ikinci yarı gebzespor baskılı oynadı. tribünlerin de itmesiyle gebzespor epey pozisyon buldu. ikinci yarının ortalarında niko'nun uzaktan attığı golle durum 1-1 oldu. niko, takımın en çalışkan iki oyuncusundan birisi. son vuruş becerisi olmasa da mücadele gücüyle kendisini sevdiriyor. maçın sonlarına doğru çok fırsat gelse de gebzespor hiçbir tanesinden yararlanamadı ve kardeş takım inegöl ile gebzespor 1-1 berabere kaldı. ligde de 3. sıraya geriledi. lider beylerbeyi'nin iki puan gerisinde şu an. ite kaka gidiyor takım bakalım ilerleyen haftalar neler gösterecek.

görseli de çok sevdim. maça gidince buraya yüklemek için bir iki tane çekiyorum. tam fotoğraf çekerken gebzespor serbest vuruş kullanıyordu. hemen önümdeki arkadaş gol umuduyla elleri kaldırıp ooooo çekmeye başladı ama gol olmadı. bu fotoğrafın adı da içimizde kalan umutlar olsun.

11 Şubat, 2018

Toivon tuolla puolen


suriye'den kaçmak zorunda kalıp kendisini finlandiya'dan bulan bir adamın hikayesi. mülteciliği anlatan bir film. türkçesi umudun acı yüzü. uzun zamandır izlemek istediğim bir filmdi ama bir türlü izleyemiyordum. izlenecekler listesinde sürekli öne çıkmasına rağmen hep araya başka filmler karıştı. nihayet dün gece izleyebildim. ciddi bir derdi, meseleyi ajitasyona girmeden sakin sakin aktaran filmleri seviyorum; hem filmde anlatılan derdi anlıyorum, hem de film bana dinginlik veriyor. bu da öyle bir film oldu. kaurismaki filmleri sanırım böyle. daha önce le havre'ı izlemiştim. benzer hisse kapılmıştım. kaurismaki'nin diğer filmlerini de sıraya koydum en kısa sürede onları da izleyeceğim.

bir süre almanya'da yaşamıştım. benim için tabii sonu hüsranla biten bir tutunamama tecrübesi oldu. o başka bir post konusu olabilir. insanların avrupa'ya gitmek için yollara döküldüğü, kilometrelerce yolu yürüdüğü, sınırlara dayanıp polisle karşı karşıya geldiği, şiddet gördüğü buna mükabil politikacıların insanların hayatları üzerine pazarlık yaptığı, erdoğan'ın açarım kapıları dediği, avrupa'nın para vereceğiz kapıları açma dediği dönemde almanya'da yaşıyordum. büyük bir insanlık krizi. o zamanlar mülteci olmak ne demek yakından hissetmiştim. filmde pek girilmemiş ama en büyük problemlerden bir tanesi dil. bulundugunuz ülkenin dilini konusamadıgınız vakit bir uzvunuz eksik gibi oluyor. çok büyük bir problem. almanca öğrendiğim zaman kursa mülteciler gelmişti. devlet, kurslara giden mültecilerin parasını ödüyor, kurslar da mültecilere belli bir seviyeye kadar almanca öğretiyordu. tabii benim gittiğim kursun pek umrunda değildi. çeşitli odaları bozup sınıf yaptılar. üniversite öğrencilerini yarı zamanla işe alıp mültecilere almanca öğretmeye çalıstılar. görünüşte insanlar kursa gidiyorlar ama asıl faydayı kim sağlıyor? herhangi bir şikayet mekanizması yok. benim herhangi bir şikayetim dikkate alınırken, onların şikayetleri sallanıyordu. o şekilde kursları bitirdiler. kim kazandı? herhalde en kazançlı kurs çıktı. devletten parasını aldı, öğrencileri yarı zamanlı çalıştırdı, en düşük maliyetle en yüksek karını elde etti. özendiğimiz, gitmek istediğimiz ülkelerde de bunlar oluyor. hayatları ek gelir olarak görmek. filmde de işlenmiş bu, kötüler var ama her şeye rağmen iyiler de var.

mülteci olmak zor. göçmek zorunda kalmak zor. zorunda olma hali kötü... orada bir çiftle tanışmıştım, ikisi de öğretmen, çocukları için gelmişlerdi. yine fırında çalısan birisiyle tanıstım, suriye'de elektrik mühendisiymiş ama fırının temizlik görevlisiydi. ev taşımak için gelen suriyeliler, diğer göçmenleri epey kızdırıyorlar çünkü piyasayı düşürüyorlarmış. türkler, polonyalılara... polonyalılar, bulgarlara... en son gelen hep suçlanıyor piyasayı düşürdükleri için. hollanda'da seçim zamanı, hollanda'da bulunan bir türk kahvesinde röportaj yapıyorlar. türk, ırkçı wilders'a oy vereceğim diyor. sebep olarak da hollanda'ya çok fazla göçmenin geldiğini söylüyor. işleri etkileniyormuş. neresinden tutsak elimizde kalan bir düşünce. evi taşıyan suriyelilerden bir tanesi eski futbolcuymuş diğerinin de elektrik üzerine dükkanı varmış. dükkanı olanın durumu epey iyimiş ama bombardımanda apartmanı yıkılmış tamamen. gidecek yer yok. haliyle düşmüş yollara...

bir sahne vardı. sığınma talebinin reddedilme sebebi olarak halep'te savaşın olmaması minvalinde bir şey söyledi memur. o esnada da arkada halep'te çocuk hastanesinin vuruldugu haberi geçiyordu. neye göre savaş var, neye göre yok... bilinmiyor. bilinen tek şey zorluk. gitmek zorunda kalmak çok kötü. umut edenler, umudun acı yüzünü hiçbir zaman görmezler umarım.

08 Şubat, 2018

Wonder


kitaptan uyarlama bir film. zaman zaman çok hoşuma giden filmlerin kitaptan uyarlama oldugunu görüyorum. sanırım yüzüne bakmadıgım, popüler kültür nesnesi olduğunu düşündüğüm kitaplara karşı ön yargım biraz kırılmalı... böyle filmleri izledikten sonra kitabı da merak ediyorum. başrollerde tanıdık isimler var, owen wilson ve julia roberts. filmdeki çocuk da room filminde oynayan jacob tremblay.

film başlar başlamaz iyi kötü gidişat ve son tahmin ediliyor. genetik bir rahatsızlıgı olan bir çocuk var. onun hayata karsı tutunma mücadelesi anlatılıyor. yalnız bu filmi muadili filmlerden ayıran bir yön var. genelde bu tip filmlerde ana karakter üzerinden anlatım yapılıyor. onun çevresindeki karakterlerin psikolojilerine pek girilmiyor. oysa hasta yakını olanlar bilir. bir hastalıkla yaşayan insan için hayat zordur ama onun çevresindekiler için de çok zordur. hasta ve ona bakan kişi arasında hiç konusulmayan ama iki tarafın da bildiği bir konu... bazen hiç konuşmadan bir mesele anlatılır ya, ona benziyor biraz. hasta, ailesinin zor şartlarını bilir, aile de hastayı bilir. konuşulmaz, karşılık anlayış vardır ama herkesin içinde de kendisiyle konuştuğu bir dünya...  ondan önce ölmek istemiyorum. engelli annelerinden bu söz çok duyulur. zor bir psikoloji. bu filmde engelli birisi yok ama sürekli ilgi, alaka isteyen  özel bir çocugun, ailesinin hatta arkadaşlarının da psikolojisine girilmiş. esas, filmi güzelleştiren taraf bu.

ekşi sözlük'te milletin yazdıklarına baktım. birkaç kişi öğretmenlere tavsiyede bulunmuş öğrencilerine izletmesi için. benim de aklıma geldi bu. wonder, tam olarak öğrencilere izletilecek türden bir film. ilkokul, ortaokul, lise hiç fark etmez. ajitasyon yok, dert güzelce anlatılmış. anlayış, davranışların altında yatan nedenler var filmde. bu minvalde öğrencilere izletilecek türden bir film.

07 Şubat, 2018

Sözler



klişe ama doğru; her şeyin başı sağlık. insan kaybettiğinde ya da kaybetmeye yaklaştığında kıymetini anlıyor. 2 ay önce ufak bir ameliyat geçirdim. bir gün sonrasında anneme, içinde bulunduğum durumun da acısıyla, bundan sonra hayatıma düzenli bir şekilde devam edeceğim demiştim. sabah normal bir saatte kalkacaktım, spor yapacaktım, arada sırada içtiğim sigarayı komple bırakacaktım, yediklerime ve içtiklerime dikkat edecektim... bunların hepsini evdeki dinlenme süresini de bitirdikten sonra yapacağıma dair söz vermiştim. tabii sözümde duramadım. aslında duramayacağımı da biliyordum çünkü o sözler, acı içerisindeyken iyi niyetli hayalden ibaret şeylerdi. dolu tarafından bakayım. insan acı içerisindeyken söz vermemeli. her şeyden öte ilk başta kendisine söz vermemeli.

iyi oldugumu düşünürken o ufak şey tekrar vücudumda vuku buldu ve yine ameliyat olmak zorunda kaldım. bu sefer tecrübeli oldugum için daha rahattım tabii ama neticede vücuda bıçak değince ameliyatın büyüğü küçüğü pek olmuyor sanki... hiçbir yerim kırılmadı, serum bile yemedim diye ortalıkta geziyordum. birden çat diye bu hastalık çıkınca, peşi sıra iğneleri, serumlar yedim. sağlık olsun. en kötü hastalık bu olsun.