31 Ocak, 2019

Gişe Memuru


tolga karaçelik filmi. izlediğim üçüncü filmi. önce sarmaşık ardından kelebekler en sonunda da ilk filmi olan gişe memuru'nu izledim. aralarında sıralama yapacak olsam en sona gişe memuru gelir sanırım. gişe memuru, altın portakal'da en iyi ilk filmi ödülünü, serkan ercan da en iyi erkek oyuncu ödülünü almış.

film, dünyaya düşmesi beklenen meteor haberleriyle başlıyor. bu haber kendisiyle beraber baska dünyalarda da yasayan kimseyi ilgilendirmiyor. sadece kendi dünyasında yasayan kenan'ı ilgilendiriyor. çevresinden kopuk yaşayan kenan'ı meteor'un bu kadar ilgilendirmesi de ayrı ironi...

filmde en dikkat çektiğim yer kenan'ın berber arkadasına babasıyla ilgili serzenişte bulundugu kısımdı. kapı girişindeki lambayı tamir etmesini söyleyen baba, kenan'ın olaya et atmasını beklemeden kendisi tamir ediyor. basit bir lamba değişimi aslında tamir de sayılmaz. ama kenan buna çok tepki gösteriyor. arkadaşına, küçüklüğümde de böyleydi, önce yapmamı söyler sonra yapmamı beklemeden kendi yapardı diyor. kenan'ın kendi içine kapanması, para al para ver şeklinde monoton bir gişe memuru hayatı yaşamasının sebebi de bu. çocuklugundan beri dünyadan koparılmış. bir şeyi yapması beklenirken, yapılması gereken şeyin sürekli başkaları tarafından halledilmesi onu dümdüz bir hayatın içine atmış. kendisi de zamanla bunu fark etmiş olmalı, hem basit bir lamba değişiminden dolayı babasına kızıyor hem de kimseye fark ettirmeden gece karanlıgında babasının arabasını tamir ettirmeye çalısıyor. tamiri kimseye söylememesi de arabayı tamir ettikten sonra tek basıma, kimse yardım etmeden yapabildim motivasyonundan kaynaklı.

türkiye kenan gibi yetiştirilmiş çocukların ülkesi. sürekli çocuktan bir şey yapması beklenir ama çocuga yapma fırsatı vermeden büyükler tarafından o iş yapılır. çocuk düşünce çocuğun kalkmaya çalışması beklenmeden çocugun belinden tutulur iki ayak üstüne tekrar konur. hal böyle olunca çocuk yetişkin olunca yine birilerine ihtiyaç duyuyor. babası kenan'a lambayı değiştirmesini söylüyor ama o kadar alışmış ki arkasının toplanmasına basit bir işe bile koyulmuyor. lambayı tekrar kontrol ettiğinde lambayı çalışır vaziyette görüyor. hala kontrol aşamasında. eğer lamba o gün bozuk olsa kenan yine yapmayacaktı. kenan'ın bir nevi hayatı yaşama şekli böyle... sürekli etrafının toparlanmasıyla geçen bir hayat.

hayaller, rüyalar, gerçekler iç içe geçmiş... görüntüler muazzam. yukarıda ödülleri yazdık ama film en iyi görüntü yönetmeni ödülünü de almış. tolga karaçelik filmleri her ne kadar bana hitap etmese de farklı işler yapmasını seviyorum.

Babalar ve Oğullar

Yeni Nesil Pankart


teknolojinin girmediği yer kalmayacak sanırım. liverpool-leicester city maçında kameralar elinde tabletle bu küçük taraftarı gösterdi. tablete come on liverpool yazarak takımını destekliyor. münferit açılan karton, bez pankartların yerini alan yeni nesil ipad pankart.

30 Ocak, 2019

Rap


rap müzik sevmiyorum. özellikle yabancı rap müzik sevemiyorum. türkçe rap yine zaman zaman birkaç şarkıyı severek dinlemişliğim var ama onlar da lise yıllarında kaldılar. zaman zaman maruz kaldıgım şarkılar oluyor ama onları da sevdiğim söylenemez. listelerde gördüğüm için merak edip dinliyorum.

bugün tesadüfen kayra mahlaslı bir rap şarkıcısını dinledim. bir şarkı dinleyeyim derken bir buçuk saat aralıksız dinledim. bir şarkıdan diğerine atlayıp durdum. yaptıgı rap türüne story telling deniyormuş. bilmiyordum. sözleri çok iyi. sözlerden yazarın edebi kişiliği oldugu belli. bir de sanki şarkılarda ben varım gibi hissettim. benim geçmişim, benim yaşadıgım yerler, benim yaşadıklarım, dertlerim... sanki beni anlatıyor şarkıları. belki de bu yüzden çok sevdim.

hayatımda ilk kez bir rap şarkıcısının bütün şarkıları merak ettim. ufak ufak dinlemeye başladım. güncelden başlayıp geçmişe doğru gidiyorum. sözleri inanılmaz güzel. keyifle dinliyorum.

29 Ocak, 2019

Bread and Roses



  "The worker must have bread, but she must have roses, too." 

sinemanın tekniğinden anlamam ya da sinema tarihine hakim değilim. bir filmi sevme kriterim filmin anlattı hikayeyi idrak edebilmem, bende bir şey uyandırmasıyla ilgili. bu yüzden kült olmus filmleri zaman zaman sevemiyorum ya da sıradan denilebilecek veya kusuru olan filmleri çok sevebiliyorum.

filmin türkçesi ekmek ve güller. filmi adı james oppenheim'ın bread and roses şiirinden geliyor. şarkılara da konu olan protest bir şiir aslında.

ken loach çok sevdiğim bir yönetmen. değindiği konular, anlattıgı hikayeler beni filmin içine dahil ediyor. göçmen, işçi, tutunamama hikayeleri... zaman zaman filmlerini izlerken mantık hatası ya da kusur bulsam da genel olarak film gözümde değer kaybetmiyor. zevkle izlemeye devam ediyorum.

meksikalı maya'nın abd'ye illegal olarak göç etmesiyle başlıyor film. maya ve abd'de bulunan ablası insan kaçakçılarıyla anlasıp maya'nın sınırı geçmesini sağlıyorlar. maya, abd'de daha iyi bir hayat, daha iyi bir gelecek kurabileceğini düşünüyor. sınırı geçtikten sonra ablasının yanına yerleşiyor ve ablasının çalıştıgı binada temizlikçi olarak çalısmaya baslıyor. tabii bu işe giriş serüvenini daha ayrıntılı olarak sonradan rosa'nın attıgı tirattan öğreniyoruz. sadece üç kuruş parayla karın doyurmak için insanların çektiği sıkıntılar kadar, üç kuruşluk işe girmeye çalışmak ve insanın hayatından, kendisinden verdiği tavizler de yıpratıcı. hatta çok çok daha yıpratıcı. bu yüzde hikaye maya üzerinden yürüse de rosa'nın ailesi için yaptıklarını anlattığı 1-2 dakikalık sahne filmin en çarpıcı sahnesi oluyor. insanları yargılamamak lazım. insanların ne düşündüğünü, nelere katlandıgını bilmeden kendi küçük idealist hayatımız üzerinden baska insanların sadece karın doyurmak için yaptıkları tercihleri yargılamamak gerekiyor.

ken loach filmlerini izlesem de özellikle kariyerinin ilk filmlerini izleme fırsatım olmamamıştı. yavaş yavaş o filmleri de izleyip anlattıgı meselelere dahil olmak ya da meseleleri hissedebilmeyi seviyorum.

28 Ocak, 2019

Gianluigi Buffon


bugün itibariyle 41 yaşında. 1995 yılında 17 yasında profesyonel olarak oynamaya başlamış ve hala oynamaya devam ediyor. genelde futbolcular yaslandıkça seviye düşürürler ama buffon psg'ye giderek üst düzeyde kalmaya devam ediyor. kendimi bildim bileli buffon sahalarda, rekabet halinde sürekli oynuyor. kuşkusuz çok özel sporcu.

Güneşli Pazartesiler #5

27 Ocak, 2019

Elena


filmin yönetmeni andrey zvyagintsev. daha önce leviafan, the return, nelyubov filmlerini izlemiştim. hepsi harika filmler. sıralama yapacak olsam ilk sıraya sanırım nelyubov'u koyardım ama tam anlamıyla bir sıralama da olmaz. zvyagintsev'in her filmi en az diğeri filmleri kadar güzel.

vladimir varlıklı bir adam. ancak yardıma da muhtaç, bakıma ihtiyacı var. elena ile hastanede tanısıyor. hemşire olan elena ile evleniyor, beraber yaşamaya baslıyorlar. tabii bu beraberlik ilginç. arada cinsellik olsa da ayrı yataklarda uyuyorlar. vladimir'in sorumsuz bir kızı, elena'nın da sorumsuz bir oğlu ve ailesi var. her iki çocuğun sosyal durumları farklı olsa da sorumsuzlar. herhangi bir şey için çaba göstermiyorlar. rusya'nın farklı iki tarafında yaşalar da aslında aynı insanlar.

zvyagintsev filmlerini seviyorum çünkü farklı bir kültürde türkiye'yi izliyorum gibi hissediyorum. mutsuz insanlar, gelecek kaygısı, sorunlu sistem, sorunlu aile yapıları... türkiye'de sorun ne varsa zvyagintsev filmlerinde anlatılan rusya'da görüyorum. bu da filmlerin içine girmemi koylaştırıyor. dünyanın farklı coğrafsında, farklı kültüründe benzer sorunları yaşıyoruz. hayatı idare ederek yaşama gayreti içinde olan insanları milliyetleri farklı olsa da dertleri ortak

21 Ocak, 2019

Deutschland 83


alman sinemasını seviyorum ama son yıllarda dizilerde de güzel işler yapmaya başladılar. geçmişleri karanlık olsa da işlenecek çok malzeme var. doğu ve batı almanya'da bu malzemelerden...

deutschland 83, doğu almanya'nın subay olan martin'i batı almanya'ya göndererek istihbarat toplamasını konu ediyor. farklı ülkelerin, sistemlerin kucağında iki ülke ve halk... soğuk savaşın kızgın oldugu dönemde martin rauch, batı almanya ordusunda nato raporlarını, ülkesi doğu almanya'ya gönderiyor. bu minvalde de doğu almanya, batı almanya'ya karşı harekat ve savunma planı hazırlıyor.

ilk sezon 8 bölümden oluşuyor. ikinci sezonunu izlemedim. genel olarak izlemesi keyifli olsa da hikaye aceleye getirilmiş. martin'e görev söyleniyor. annesi hasta olmasından dolayı kabul etmek istemese de istemeye istemeye görevi kabul ediyor. bir anda kendisini batı almanya ordusunda buluyor. orduda yüksek rütbeli bir komutanın emir subayı oluyor. hemen ajanlık yapmaya başlıyor. kapı kilidi açmalar, odalara böcek yerleştirmeler... 83 yılı olsa da güvenlik bu kadar zayıf olmamalı. martin'in batı almanya serüveni çok aceleye getirilmiş.

bir başka konu ise doğu almanya'nın anlatılışı... ayrıntılı bildiğim konular değil ama doğu almanya'da insanlar gerçekten dünyadan bu kadar bihaber mi yaşıyorlardı bilemiyorum. bir şeyin yasaklı olması, ona ulaşamamaktan ziyade dünyadan haberleri yokmuş gibi yasıyorlar. doğu almanlar sovyet güdümünde, onlar ne isterse yaparlar. standart hayat. bunun tam zıttı olarak ise batı almanya çok renkli; trendeleri bilen, her şeyden haberi olan ve bunlara ulaşabilen insanlar toplulugu. bu konuda dizi ne kadar gerçekçi merak ediyorum.

hikaye güzel olsa da senaryo biraz zayıf kalmış. hikaye daha ayrıntılı işlenebilirdi. özellikle martin'in batı almanya günleri ağırdan alınarak anlatılabilirdi. yine de farklı konu ve güzel hikaye oldugundan kaliteli iş olmuş.

19 Ocak, 2019

Dogs of Berlin


almanya'da yaşadıgım kısa süre her ne kadar benim için tutunamama hikayesi olsa da iyi ki gitmişim dediğim büyük tecrübe oldu. daha farklı olabilirdi ama olmadı. gerçi zaman zaman neden gittim dediğim olmuyor değil ama genel duruma bakınca gitmekle, denemekle iyi yaptıgımı düşünüyorum. almanya'da yaşadıgım hayattan ötürü bu tip yapımlar; göç, göçmen, mülteci, iltica konuları ilgimi çekiyor.

dogs of berlin. 2018, almanya yapımı polisiye dizisi. hikaye, almanya'nın çok kültürü yapısının göbeği berlin'de geçiyor. dizi olabildiğince bütün yaralı parmaklara dokunuyor. net olarak sempatik gösterilen kesim yok ya da net olarak nefret objesi haline getirilen kesim de yok.

gurbetçi futbolcu orkan erdem'in öldürülmesi üzerinden hikaye yürüyor. orkan erdem, almanya'nın en ünlü, dünyanın en yetenekli futbolcularından birisi. berlin'de oynanacak almanya-türkiye eleme maçı öncesinde ölü olarak bulunuyor. dizinin ilerleyen bölümlerde anladıgımız kadarıyla orkan kendisini türk hissediyor ama profesyonel gerçekçelerle almanya milli takımını tercih ediyor. bu tercihinden dolayı türkler tarafından dıslanmıs, tepki çekiyor. göçmen bir futbolcu olması sebebiyle neonazilerin de tepkisini çekiyor. kendisini sevmeyen alman kitleyi tam olarak neonaziler olarak açıklamak da doğru değil. neonaziler açık açık ırkçılık yaparak kendilerini belli ediyor. bir de örtülü olarak ırkçılık yapanlar var. tanım ne kadar doğru oldu bilmiyorum. mesut özil'in kazanınca alman kaybedince göçmen cümlesi açıklayıcı aslında. orkan erdem zaman zaman alman, zaman zaman göçmen. almanya'da bir göçmen, başarılı oldugu sürece alman. aksi taktirde ne kadar alman olsa da hiçbir zaman alman değil. komiser erol'un milli maçta türkiye'nin attıgı gole sevinmesi göçmenlerin içindeki memleket hissiyatını gösteriyor. ne kadar alman olsan da içinde kendi özün oluyor. başkasın. erol, birçok kez alman oldugunu dile getiriyor ama hislerini hem stadyumda hem de stadyum dısında kendisini kutlamaların içinde buldugunda gizleyemiyor. türkiye'ye karşı duyguları açığa çıkıyor. orkan erdem için de bu geçerli. orkan'ın ölümü sonrası aileye haber vermeye giden polisler de bunu fark ediyor. aile evinde orkan erdem'in oynadıgı takımların formaları varken sadece almanya milli takımı forması yok. bu sanırım tek milliyetle büyüyen insanların kolay kolay anlayamayacağı bir konu. iki milliyetle, iki kültürle, iki ana dille büyüyen insanlar erişkin olduklarında kendilerini hangi ülkeye, kültüre ait hissettiklerine dair olan kafa karısıklıgı kolay anlaşılabilecek durum değil. bu kişilere, verdiklere kararlara, yaptıkları tercihlere sadece saygı duymak gerekiyor.

azınlık olmak, paranoya harmanlı gerçeklerle yaşamak, haklarının korunduguna inanmamak demek. orkan erdem'in abisinin polis soruşturmasına güvenmemesi adaleti türk çetesinde aramasına yol açıyor. ölen kişi türk olunca, türklerin tepkisini çekmemek için göstermelik bir türk polisin soruşturmayı yürütmesi, türkleri sakin tutarak olası olayların önüne geçmek isteniyor. bu durum, ülkedeki azınlıkların ülkenin adaletine olan güvensizliğini gösteriyor. çeteleşmeler de bu sebeple var sanırım. ait olamamak, dıslanmıslık duygusu... tarık amir aşireti, kovaç çetesi, motorsikletli türk çetesi kendi alanlarında hakimiyet kurarak önlerine bakıyorlar. ülkeye karşı bir duruş, cephe alış. illegal yollarla aranan meşruiyet.

dizinin değindiği başka konu neonaziler. hala varlar, örgütlüler. dizi elbette bir kurgu etrafında ilerliyor ama hitler hayranı almanların gizli saklı yasadıkları, var oldukları gerçek. polis kurt grimmer'in neonazi geçmişi ve hala neonazi olan ailesiyle olan bağları, neonazilerim kamusal alanda aktif olarak varlıklarını gösteriyor. özellikle günümüz politiğini düşününce dizideki neonazilerin bazı söylemlerine yabancı değiliz. grup lideri, grubu motive etmeye çalışırken berlin'de azınlık olduklarını, göçmenlerin memleketlerini istila ettiklerini, işlerini aldıklarını söylemesi günümüzde sık sık duydugumuz söylemler. bunları duymak için hudutun ötesine geçmeye gerek yok. ülkenin eğitimli oldugunu düşündüğümüz kitlenin toplandıgı bazı sosyal platformlarda, türkiye'de yaşayan göçmenlere, mültecilere söylenen laflar, dizideki neonazi söylemlerinden farklı değil. ırkçılık bir hastalık değil elbette, politik bir duruş. tabii ırkçı oldugunu bilene... bu yüzden sanki ırkçı oldugunun farkında olmayan insanlar ırkçılığı bilinçli olarak yapan insanlardan daha tehlikeli. yaptıgının ırkçılık oldugunu bilmeyen bir insana ırkçılık yaptıgı söylenince ne alakası var kardeşim, ben türkiye'yi, geleceğimi, çocuklarımı düşünüyorum cevabını alıyorum. ısrarla ırkçılık yaptıgını söylediğimde de ırkçıysam ırkçıyım, ülkemi sevmek ırkçılıksa ırkçıyım cevabı alıyorum. tehlikeli sular tabii.

alman devlet kurumlarındaki kokuşmuşluk; federasyonun, polisin, idarecilerin tutumları ayrı paragrafı hak ediyor aslında... ama şunu söylemek lazım. bir ülkede turist olarak ya da öğrenci değişim programıyla bulunmakla, bir ülkede yaşamak, ülke sisteminin içine girmek farklı durumlar. bir türk olarak berlin'de turist olarak gezmekle, berlin'de türk azınlık olarak yasamak bambaska iki durum. tatillerde, gezilerde batı dünyasının mükemmel tarafına hasret çekeriz. elbette yaşadıgımız ülkenin bizde bıraktıgı izler batı ülkelerine imrenerek bakılmasındaki etkisi büyük. yine de batı'nın kendi iç işlerinde birçok problem yaşadığını bilmek gerekiyor. batı ülkelerinin tatillerde görünenden farklı yüzü oldugunun bilincinde olmak gerekiyor. tabii böyle söyleyince hemen türkiye sanki çok mu güzel tepkisi alabiliyorum. bahsettiğim durum her ülkenin sisteminde, o sisteme ait olan insanlara yasattığı problemler var. almanya gibi imrenilerek bakılan ülkenin iç siyasetinde birçok problem oldugunu görüyoruz. biz, o sisteme dahil olmadıgımız için, almanya bizde hep yaya geçidine gelince duran insanların naifliği gibi ülke izlenimi bırakıyor. oysa gerçeğin hiç öyle olmadığını sisteme dahil olunca fark edebiliyoruz. türkiye'ye gelen turistlerin birçoğu anadolu misafirperverliğinden bahseder. çünkü o insan farklı bir sistemin içinde yasıyor. oraya ait, farklı problemleri olan bir ülkede yaşıyor. oysa türkiye'den siktir olup gitmek isteyen bir insana aynı soruyu sorsak, neler sayar kim bilir? bu saymalarda hatta sövmelerde de haksız değil. sadece bir yere gideceksek bile gittiğimiz yerde problemler olacağı aşikar. problemli bir dünyada yaşadıgımız için siktir olup gitmek yerine sadece gitmek daha iyi sanki...

11 Ocak, 2019

Yoann Gourcuff


Arif v 216


buraya izlediğim filmlerle ilgili yazmayı seviyorum. blogun şu an varolma sebebi de biraz bu ama biraz savsaklıyorum. yoğunlugum, işim gücüm de yok ama yine de yazma konusunda tembelim. yazdıgım şeylerin de edebi niteliği yok. eleştirmen değilim, akademik olarak sinemaya hakim değilim. yazdıgım şeyler genellikle filmin bana hissettirdikleri, düşündürdükleri...

arif v 216 iki hafta önce izledim. izlememin üzerinden de 4-5 film daha izledim. onlar hakkında herhangi bir şey yazmadım ama aklımda kaldıgı kadarıyla bir şeyler karalamayı düşünüyorum.

geçtiğimiz yılın filmi. benim askere gitme hazılıkları yaptıgım döneme denk geliyor. maddi olarak sıkıntılar oldugu için sinemaya kolay kolay gitmek problem oluyor. o yüzden malum ortamlara düşmesini beklemiştim. sonra araya askerlik girince haliyle izlemek, okumak için epey şey birikti. nihayet izleyebildim. cem yılmaz'ın dahil oldugu işlerin hepsini izlemeye çalışıyorum. farklılık hoşuma gidiyor. arif v 216 da farklı bir iş. ama bana göre değilmiş zira filmi izlerken bayağı sıkıldım. film vizyona girdikten sonra hakkında da çok şey okumuştum. göndermeler oldugunu, onları yakalayamayanların filmin havada kaldıgını okumuştum. bunları bilerek izlememe rağmen sevemedim. gülemedim. filmin içine bir türlü giremedim. sanırım ilk defa cem yılmaz'ın içinde oldugu bir işi zoraki bitirdim. tempolu, daldan dala, inanılmaz yorucu bir film aslında. geçmişe gitmeler, yeşilçam ünlüleri, tekrar günümüze gelinmesi... anlatınca hikaye güzel gelse de iş pratiğe dökünce öyle olmamış.

05 Ocak, 2019

Zimna Wojna


cold war. yönetmeni ida'nın da yönetmeni olan pawel pawlikowski. polonya filmi. cannes'da en iyi yönetmen ödülü almış bu sene. ikinci dünya savaşı hikayesi anlatılıyor. film siyah beyaz. genel olarak siyaz beyaz yapımları sevmiyorum ama son zamanlarda izlediğim tüm filmler iyiydi.

bir aşk hikayesi. uzun soluklu bir hikaye olsa da sadece 88 dakikada aktarılmış. bu yüzden bazı detayları insan merak etmiyor değil. zaman geçişleri çok çabuk olmuş, bazı bölümler havada kalmış gibi ama buna rağmen iyi film olmuş. zaten genel olarak ikinci dünya savaşı zamanlarında geçen hikayelere ilgim var. bundan dolayı belki de filmin içine kolayca girebilidim. hatta keşke süresi daha da uzun olsaydı, daha ayrıntılı işlenseydi hikaye. biraz tadımlık hikaye olmuş. doya doya izlenemiyor.

yönetmenin ida filmini de izlemiştim. bu sanki ona göre daha iyi. sıralama yapacak olsam cold war'ı öne koyarım. sanırım polonya'nın oscar adayı da olmuş. ida ile ödül alınmıştı ama cold war ile biraz zor gibi. gerçi cold war bana göre daha iyi ama aynı zamanda da bir şey eksik gibi... o şey de hikayenin eksikliği. daha uzun anlatılmalıydı. ama yönetmenin tarzı bu sanırım. az önce diğer filmlerine de baktım hepsi kısa süreli denilebilir. genel olarak begendiğim, keyifle izlediğim bir film oldu.

02 Ocak, 2019

İklimler


2006 yapımı nuri bilge ceylan filmi. uzun süredir izlemek istediğim ama sürekli izlemeyi ertelediğim, arada kaynayıp giden filmlerdendi. geçenlerde yine bir tane en iyi 100 film listesi gördüm. le monde yapmış listeyi. listede sadece iklimler var. filme olan merakım bu haberle birlitkte daha da artınca dün oturdum izledim.

nuri bilge ceylan ve ebru ceylan birlikte oynamışlar. kadın, erkek ilişkisi anlatılıyor. bencil bir insan gibi. ilişkiden beklentileri tamamen kişisel. aylar sonra tekrar bahar'ın yanına gidip onunla beraber olmak istemesi de bu minvalde. bak, ben geldim, değiştim hadi yeniden deneyelim. bahar'ın ağlamaları dısında ne hissettiğini bilemiyoruz. oysa ayrılık sonrası isa'nın hayatı ayrıntısıyla gösteriliyor. rutin hayatına devam bir insan. bahar'a değiştim dese de ortada değişim de yok. çünkü değişime dair herhani bir izlenim yok. isa belli ki sıkılmış. serap'la hayvani dürtülerini giderdikten sonra tekrar insani bir şey istedi ve bahar'a gitti. bahar'la tekrar birlikte olsa zaman zaman yine serap'a koşacak. çünkü kendi ihtiyaçlarını gidermek onun için önemli.

filmin konusu, hikayeyi ele alış biçimi güzel olsa da nuri bilge ceylan'ın oyunculugu epey kötü. keşke kendisi yerine başkası oynasaymış. özellikle motorsiklet sahnesi oyunculuklardan ötürü amatörce olmuş. ebru ceylan yine işi kotarmış gibi. her ne kadar film boyunca çok göz önünde olmasa da en azından işin ağırlığını kaldırabilmiş.

herhalde ahlat ağacı kadar sevebileceğim başka bir film olacak mı bilemiyorum. benim için mükemmel bir filmdi. harikaydı. keza uzak filmi de iyiydi. bir zamanlar anadolu'da, kış uykusu iyi filmlerdi. üç maymun bunlardan biraz geri kalsa da fena değildi. iklimler biraz da oyunculuklar yüzünden pek olmamış gibi. ama her şeye rağmen sevdim filmi. hayatın içinde, hepimiz farklı bir türünü yaşadıgımız bencillik güzel işlenmiş. film, izlediğim diğer nuri bilge ceylan filmlerinden gerisinde olsa da kuşkusuz belirli bir eşiğin üzerinde. sırada kasaba ve mayıs sıkıntısı var.