31 Ekim, 2017

Mia aioniotita kai mia mera


neden, anne... neden hiçbir şey beklendiği gibi olmadı neden? neden çürüyüp gider insan sessizce? acıyla ihtiras arasında parçalanarak... ben neden hayatımı sürgündeymiş gibi geçirdim? kendi ana dilimi konuşma şansım varken, neden bu kadar seyrek döndüm ülkeme? kendi dilim varken hala kayıp kelimeleri bulabilecek ya da sessizliğin içinden unutulmuş kelimeleri çıkarabilecekken neden sadece ve sadece kendi ayak seslerimi duydum evin içinde? neden? söyle bana, anne... insan neden bilmez nasıl seveceğini?

30 Ekim, 2017

Otobüs


sarı mersedes'i izleyince tunç okan'ın diğer işlerini merak ettim. biraz araştırınca ilk olarak otobüs karşıma çıktı. sarı mersedes'te oldugu gibi yine bir göç hikayesi anlatıyor. şunu rahatlıkla söyleyebilirim; yönetmenlik, kurgu, ses, senaryo bir tarafa, tunç okan, göç eden ve etmiş insanların karakterini harika çıkarmış. çok iyi tahlil yapmış. kendisi de türkiye'de doğup büyüyüp belli bir yaştan sonra yurtdışına gidip yaşamaya başlamış. belki de bu sebepten, edindiği izlenimlerden dolayı bu kadar başarılı olmuş. 

film, bir grup erkeğin yurtdışına işçi olarak götürülmsiyle başlıyor. pasaport var ama vize yok. gümrükte ayarlanan bir memur üzerinden insan kaçakçılığı yapılıyor. pasaport, gidenlerin gözünde olaya legallik katıyor. zaten dolandırıcı da ben bir koşu gidip çalışma izni alayım demesi de bu yüzden... ama giden gelmiyor tabii. burada da film başlıyor. 

 film, gösterime girdikten sonra, hemen ertesi gün yasaklanmış. sebebi de türk insanını küçük gösterilmesi. bazı sahnelerde aşağılama var ama bunlar türklerle alakalı değil. isveçliler otobüstekilerin türk oldugunu bilmiyor. onlar için yabancılar. zaten sahnelerde de türkler pis denmiyor, pis yabancı gibi söylemler var. buradan türklerin kötü gösterildiği değil, isveçlilerin yabancı düşmanı hatta ırkçı oldugu sonucu çıkar. benim esas takıldıgım nokta otobüsteki türk tipleri... o kadar yolculuk yapılıyor ve neredeyse hiç konusma yok. bu biraz doğallıktan uzak, tipleri, kıyafetlerle, davranışlarla doğal gösterme çabası içine girilmiş ama o karakterde insanların birbirleriyle iletişim kurabileceği tek konu memleket. ancak herhangi bir diyalog yok. otobüsteki insanları bu kadar yobaz göstermenin manasını anlamadım ben. doğallıktan epey uzak.

göç etmek zor. göç etmeye mecbur kalmak daha da zor. aslında göç etmek biraz da mecburiyet... yoksa hayatından memnunken başka bir ülkeye gitmek olsa olsa taşınmak olur. 

29 Ekim, 2017

Gebzespor 0-1 Başiskele Doğantepespor


5'te 5 yapılmıştı, altıncı maçta da galibiyet için çıkıldı ama 1-0 mağlup oldu takım. her seri bir yerde bozuluyor. iyi gidiş mutlaka sekteye uğruyor. aykut kocaman haklı, sanırım eşyanın tabiatı bunu gerektiriyor. gebzespor, kazandığı maçlarda çok iyi futbol oynamamıştı. idare ediyordu ve kazanıyordu. deplasman maçlarını izlemiyorum, bu yüzden deplasmanda nasıl oynadıkları hakkında pek fikrim yok ama iç sahada klasik amatör lig oyunu oynanıyor. duran top, karambol golleri maçın skorunu belirliyor genelde. başiskele doğantepespor maçında da maçın kaderini duran top; penaltı belirledi.

bu haftaya kadar gebzespor'un orta sahasını ve defasını beğendim. özellikle orta saha bana göre lig standartının üstünde. iyi oyuncular var. 41 numara ve 75 numara özbek gafurov iyi ikili olmuş. stoperde 12 numara ve 31 numara etkili olmuş. oğuz başaran da neden üst liglere kadar çıkabildiğini zaman zaman ispatlıyor ama kadronun geri kalanında sıkıntı var. özellikle santrafo bölgesinde. ercan kuruçay tekar transfer edilip, kaptanlık verilse de faydalı olamıyor. devre arası transferleri bugüne kadar gebze'ye hiç yararı olmadı ama bu sefer iyi bir santrafor alınırsa takım daha da iyi olabilir. 

Mercedes mon amour


filmi iki gün önce izlemiştim. film hakkında şimdi yazarım, birazdan yazarım diyerek bir türlü fırsat bulup birkaç kelime yazamadım. bugün galatasaray, trabzonspor'a kaybedince benim için de gerekli fırsat doğmuş oldu. sosyal medyadan, yorumculardan hatta internetten biraz uzak kalmakta fayda var.

bayram, münih'te çöpçü olmasına rağmen bmw'de bantta çalıştıgını söyleyen bir adam. işçi olması önemli değil, gerçi bir insanın işçi olmasında da problem yok, problem olan bayram'ın çalıştığı yerin kendisine bir hava getirdiğini düşünmesi. bmw olsun da ne iş olursa olsun... bugünün travması da herhalde yurtdışı olsun da pizzacılık yapmaya razıyımcılar. bunlar da baya baya okumuş çocuklar. onlar da kendi pencerelerinden haklı tabii. memleketin modern, okumuş bayramları. ülkeden siktir olup gitme hayali kuranlar. hiç yadırgamıyorum çünkü bunu ben de denedim. kısmen becerdim de ama sonra tutunamama sorunu baş gösterdi geri kürkçü dükkanına geldim. memleket her zaman içler acısı.

almanyada kaldıgım dönemde bayram gibilerini çok gördüm. arabasıyla hava atanlar, eviyle hava atanlar, bunlardan almanlarda bile yok diyerek hava atanlar, türkiyede aynı işte çalışanları küçümseyip almanyada o işi yapanlar... almanya tam anlamıyla bir bayram cenneti ve her yaş grubunda bu bayramlardan var. tunç okan, almancı karakterini muhteşem analiz etmiş. ne eksik ne fazla. tabii bu, o insanların suçu değil. daha önce yazmıştım. oraya ilk gidenlerin çaresizliği, yoklukta zorluk içinde büyüyen çocuklar, onların çocukları... almancı karakterinin yok olması için aradan sanırım bir iki nesil daha geçmesi gerekiyor bu da epey uzun bir süre demek.

filmi benim için kusursuz olmasını engelleyen iki büyük hata var. birincisi türkiyeye girişte, bir türk vatandaşından istenilen vize, ikincisi de ankara'ya eskihisar-topçular üzerinde gidilmesi. vapur sahneleri mükemmeldi ama hikayede tutarsızlık oluşturdu. buna rağmen sahnelerin güzelliği bu hatayı neyse kıvamına getirdi.

25 Ekim, 2017

Sonbahar


sanırım üniversitelerde her zaman devrim yapmak isteyen, bu uğurda hareket eden, kendilerini bunu adayan gençler olacak. filmin anlattıgı dönemde de var, öncesinde de var, ben okuduğumda da vardı ve hala var... eylem yapan gençleri zaman zaman gördüğümüzde, arkadaşlarla konusu geçerdi; değer mi? biz kendi dünyamızda onların hayallerini imkansız görüyorduk ve gençliklerine yazık ettiklerini düşünürdük. öbür taraftan bakınca nasıl gözüküyor hiçbir zaman bilemedik. filmin bir yerinde eski dava arkadaşı yusuf'a "yaşamamız gerekiyormuş yaşadık, yine olsa yine yaşarız" demesi onları içinde buundukları duruma bakışlarını anlatıyor. bana imkansız gelen onlar için gerçekleştirilebilir, uğruna hayatın feda edilebileceği bir hayal.

film, hayata dönüş operasyonu dönemlerini anlatıyor. film içerisinde o zamanlardan gerçek görüntüler va, bu da filmin farklı bir yere koyuyor; belgesel havası oluşuyor. izlediğim kaynakta köyde konusun dilin altyazısı yoktu. sanırım lazca ya da gürcüce tam olarak bilmiyorum. anne ve yusuf arasında, anne ve komsular arasında geçen diyalogların hiçbir tanesini anlamadım. ancak anlamama rağmen hissettim. aklıma gönül yarası filmindeki meltem cumbul ile şener şen'in türkü sahnesi geldi. kürtçe bilmediği halde dinlediği türkünden etkilenen dünya, bu türküye ağlamak için kürtçe bilmek mi gerekir diyordu. herhalde hissettiğim bununla aynı. yusuf'un annesinin konustugu hiçbir şeyi anlamama rağmen, annenin evladına karşı çarezisliği, üzüntüyü anlayabildim.

hayaller uğruna, dava uğruna bu çekilenlere, üzüntülere değer mi bilmiyorum. bunu bilmiyorum ama bu uğurda canlarını ortaya koyanlar, bedelini ağır bir şekilde ödeyenler saygıyı hak ediyor.

24 Ekim, 2017

İtirazım Var


onur ünlü sevdiğim bir yönetmen. farklı, güzel işler yapmaya çalışıyor. önceliği güzelliğe vermesi yaptığı işleri hem farklı hem de klişeden uzak tutuyor. itirazım var, son zamanlarda izlediğim en güzel türk filmi oldu. hikaye, senaryo her şeyiyle çok güzeldi. dokunan bin laf işittiği konulara, mitlere, tabulara girmeleri başlı başına cesurca bir hareket. bunun yanında oyunculuklar, çekim, senaryo birbiriyle uyumlu olunca ortaya kaliteli bir iş çıkıyor.

film ilk piyasaya çıktığın baya eleştirilmiş. hatta 18+ olarak gösterildi. 18 yaş altını kötü etkileyecek ne var hiç bilmiyorum. herhalde kuran, din, iman, imam hiç bu kadar klişeden uzak, aslında gerçekçi gösterilmemişti. imamları sadece kuran okuyan, namaz kılan bütün hayatlarını bundan ibaret zannedenler, aslında böyle zannetmiyorlar ama gerçekten böyle zannedenleri, böyle zannetmesinin devamını isteyenlerdi 18+ yasağı koyanlar.

22 Ekim, 2017

İnsan Olmak


benim için biraz rahatsız edici kitap oldu. okumak yordu diyebilirim. kendimi sorgulayan, hatalarımı bulmaya çalışan, kendimi didikleyen hatta bu konularda kendime karşı zaman zaman acımasız davranan bir insanım. bu yüzden kitapta kendimle alakalı yaptığım tespitlerin arkaplanını öğrenince biraz rahatsız oldum. bu da okuma sürecini biraz aksattı. önce kitabı okumayı bıraktım sonra tekrar okuyup bitirdim. engin gençtan'ın okudugum ilk kitabı oldu ve muhtemelen son kitabı olmayacak. her ne kadar engin geçtan'ı okuması benim açıdan yorucu olsa da kendimle alakalı daha aklı başında tespitler yapabilmemi sağlayacak gibi... ayrıca kitap kapakları muazzam. diğer kitaplarına da baktım. şu ana kadar gördüğüm en güzel kapaklara sahip kitaplar. ilgi çekici. çok beğendim.

20 Ekim, 2017

Discover Me


7 yıl önce önümdeki 5 yıl pas geçsin; yaşamama gerek yok, o yılları atlayayım, orada ne olacaksa olsun kabulüm diyordum. bu düşüncelerin üzerinden 7 yıl geçti, tabii pas geçsin dediğim 5 yılı da yaşadım iyi kötü. sonucunda ne oldu; şu an içinde bulunduğum durum nedir anlam veremiyorum. demek ki her zaman dertlerin derya olabilme potansiyeli varmış. hele hele yıllar üst üste birikince, yaşanmışlıklar artınca bu dertler daha da birikiyor ama işin güzel tarafı bu dertlerden kurtulmanın da yolları artıyor. 7 yıl önce bana derman olacak seçenek sayısı 2 ise, içinde bulundugum durumda derman sayısı daha fazla. gerçi dertler de büyüyor ama olsun. hayatı bu şekilde kabullenip yaşamak lazım sanırım. hiçbir zaman mutlak mutluluk olmayabilir. belki de vardır emin değilim.

15 Ekim, 2017

Gebzespor 1-0 Nilüfer Erdemlispor


en son saha içinden maçı çocukken top toplayıcılık yaparken izlemiştim. o zamandan sonra ilk kez bugün izledim. onda da amatör küme maçı oldugundan dolayı oldu herhalde profesyonel bir takımın maçını ya da üst lig takımlarından bir tanesinin maçını zor izlerdim. tuhafıma giden şey yeşil alanın dısında kalan yerin yönetimiydi. amatör küme maçına göre epey katıydı. her zaman böyle mi oluyor bilmiyorum. talimat böyle klasik laf. aynı talimat tribünde pek işlemiyor. gerçi biraz naz geçene talimat işliyor. içinde bulundugum durumda talimatlara aykırı on olay oldu ama saha komiseri onlarla pek alakalı değildi.

gebzespor her zamanki gebzespor ama bu sezon galibiyet alıyorlar; tek ama en büyük, ve en güzel fark sanırım. dördüncü haftada nilüfer erdemlispor'u harika bir frikik golüyle 1-0'la geçtiler. şu ana kadar 4 maçta 4 galibiyet aldılar. 

nilüfer erdemlispor epey genç takım belli. devre arasında yardımcı hocalarıydı sanırım, 18 yaşındaki 9 numaraya, 18 yaşındasın ne olmuş, korkma topunu oyna diye motive ediyordu. diğer oyuncularda pek büyük sayılmazdı. yüzlerinden yaşları belli oluyordu. gebzespor ile kıyas yapınca arada epey sıklet var. gebzespor rahatlıkla 3.lig, 2.lig oynayacak topçular almış. hedef belli; şampiyonluk. ama takım olmak başka mevzu tabii. ne kadar oyuncu alırsan al takım olabilmek meziyet işi. gebzespor kolay dağılacak gibi top oynuyor. bir şekilde galip geliyor ama her an mağlup olacak, kırılacak bir takım izlenimi veriyor. bu da önüne geçilecek bir durum değil. alt liglerde alışma süreci diye bir şey yok. kontratlar genellikle 1 yıllık. oyuncuların hemen birbirine alışıp ite kaka takımı üst lige çıkarmaları gerekiyor. o yüzden bu kırılgan olma ihtimaline pek takılmadan öne bakmak gerekiyor. 

14 Ekim, 2017

Fareler ve İnsanlar


bir aralar kitap lise öğrencileri için sansürlenmek istenmişti bir ilin milli eğitim müdürlüğü tarafından. herhalde bir-iki yıl oluyor, tam hatırlamıyorum hangi il olduğunu. o zaman okumadıgım için olaya fransız kalmıştım ama okuyunca neden bu düşünceye kapıldıklarını anladım. tabii haklı bulmuyorum. bana göre lise öğrencisini kötü etkileyecek pek bir şey yok kitapta. hele hele bilgiye erişim maliyetinin neredeyse sıfır olduğu iletişim çağında, lise öğrencileri böyle bir kitaptan etkilenmezler. kitapta sansürlenmek istenen yerin mislini internette zaten görüyorlar. il milli eğitim müdürlüğü gereksiz duyar yapmış.

ince bir kitap, sıkmadan bir çırpıda okunacak cinsten. olay örgüsü fazla dağılmıyor, haliyle sağa sola gitmeden olayın içine girerek kolayca okunabiliyor. genelde kitap ya da filmlerle alakalı gereksiz uzunluğa, kalınlığa takılırım ama sanırım ilk defa bir kitabın daha da uzun olması gerektiğini düşündüm. biraz daha ayrıntıya inilebilirmiş ya da sonuç kısmı daha uzun sürebilirmiş. 

13 Ekim, 2017

Ben O Değilim


başrollerinde ercan kesal ve iranlı kadın oyuncu maryam zaree oynuyor. filmin hikayesini çok sevdim, uzun süredir değişik bir hikayesi olan türk filmi izlememiştim. başkasının yerine geçen bir insan; yeni bir kimlik arayışı... bazen insan kendisinden bile bıkabiliyor. çekip gitme isteği uyanıyor. bu bodrum'a yerleşmek istiyorum tarzı bir üdşünce değil, kimse tarafından bilinmemek, geçmişten hatta kendinden bile kaçma istiyor insan. bu tarz bir konuda şekilleniyor film.

türk sinemasında, dizilerinde takılı kalmak diye bir problem var. uzun uzun sahneler. bitmiyor. anlamsız boş bakışlar, boş sahneler, hiçbir manası yok. bu film de bu sorundan müzdarip. ses konusunda da bazı problemler vardı. iranlı oyuncunun seslendirilmesi hiç olmamış. senaryoda yine bazı problemler var. cenazeye ne oldu? ortada ölüm var ama soruşturma yok. bazı kopukları göze ciddi olarak batıyor. ama genel olarak fena film değil, hikayeden kotarıyor.

12 Ekim, 2017

Kum Kitabı


üniversiteye başladığım dönemde borges'in iki kitabını almıştım ama okuyamamıştım. kitaplar çok ince olmasına rağmen okuyamamıştım. bunun sebebi sanırım o an içinde bulundugum durumdu. yaptığım herhangi bir şeye konsantre olamıyordum. sadece borges değil, doğru düzgün kitap okuyamıyordum. kum kitabı, çok uzun süre kitaplıkta bekliyordu. geçenlerde ince olmasında da mütevellit başlayayım dedim. geçenler diyorum ama kitabı okumamın üzerinden bir hafta geçti, şu an yazabiliyorum. fırsatım da vardı gerçi... herhalde bende pek etki yaratmadı ondan dolayı kitapla ilgili pek bir şey yazasım gelmedi. kısaca bahsetmek gerekirse borges'in öykülerinden oluşan bir kitap. 107 sayfa; bir çırpıda bitiyor.

borges'i ilk olarak anlar şiiriyle tanıdım. zaten şiirin etkisiyle iki kitabını almıştım. anlar şiirini okudugum dönemde sanırım 2009 yılıydı, bende baya etkisi olmuştu. motive etmişti hayata karşı. bu motivasyonla, borges'in kitaplarını alıp okuma girişiminde bulundum ama şiirin etkisi de o an geçti. kendimle baş başa kalınca düşüncelere dalmaktan kendimi alıkoyamıyordum. demek ki şiir, kitap, müzik bir yere kadar insanı motive ediyor. nasıl hayatta yaşadıklarımız bizi düşürüyorsa, ayağa kaldıran, dik tutan yine yaşadıklarımız oluyor. 

Dear Zachary: A Letter to a Son About His Father


puanın hakkını sonuna kadar veren bir belgesel. sanırım çok fazla bilinmiyor. bilinmeme sebebinin de amatör bir ruhla ve imkanlarla çekilmiş olmasının etkisi olabilir. ruh ve imkanlar amatör olsa da kurgusu harika olmuş. gece gece çok kötü etkiledi. film olsa bu kadar etkilenmezdim. hatta gerçek bir hikayeyi anlatan film olsa yine etkilenmezdim. insanın ne kadar canileşebileceğini tanık oluyorsunuz. çocuk velayetleri her zaman sorun olmustur ama işlerin geldiği noktayı kesinlikle tahmin edemezdim. 

adalet, en iyi işlediği yerde bile zaman zaman problemli olabiliyor. öylesine bir kadına her şey göz önündeyken çocuk emanet edebilmek için ya çok iyi niyetli olmak gerekiyor ya da art niyetli... ortası yok. insanın olduğu her yerde, sistem genel olarak iyi olsa bile sorunlar çıkıyor. 

aynı olay benim basıma gelse herhalde hayatın geri kalanı benim için ıstırap olur. ama andrew'in ailesi içi öyle olmuyor. elbette çocukları için üzlüyorlar ve hayat eskisi gibi olmuyor ama aktivist tarafları ortaya çıkıyor. ben herhalde köşemde sessizce ölümü beklerim. daha fazla hayatı pek umursamazdım. bu şekilde olaylarla silsilesinden sonra hayata devam edebilme gücünü, mücadele gücünü insanın kendinde tekrar bulabilmesi muazzam bir şey.

10 Ekim, 2017

The Big Sick


romantik komedi severim ama yüksek puanına rağmen bu filmi pek sevemedim. hikaye gerçek, benim için oradan yırttı. başrol oynayan pakistanlı oyuncunu hikayesi. kendi hikayesini kendi oynuyor. galiba popüler de bir oyuncu, meşhur bir dizide oynuyormuş ama bana oyunculuğu çok kötü geldi. 

film, kültür çatışmasını anlatıyor. pakistanlı bir genç, abd'li bir kızı sever ve olaylar gelişir; kültür farkından dolayı yaşanılan problemler var. bazı kültürler gerçekten çok zor. eğer o kültür içinde daha bireyci ve özgür yaşam istiyorsanız, o kültürün oluşturduğu kabukları kırmak bir hali güç olabiliyor. birkaç sahne, bayram namazına diye gidip dolanıp geri gelen yurdum ateist gençlerini hatırlattı. genel olarak aldığı puanın altını hak eden vasat bir filmdi.

09 Ekim, 2017

Kamyon


sabahattin ali'nin üç romanını okuduktan sonra diğer kitaplarını da okuma isteği oluştu bende. elimin altında kamyon olunca onu okumak istedim. bazı öyküler vasat olsa da kitap içerisinde iyi kaleme alınmış olanlar da var. hikayelerdeki karakterler ve konu genel olarak aynı; zor şartlar, tutunamama, hayatı idame ettirme çabası, fakirlik...  bir de sanırım öyküler ilk önce varlık dergisinde yayımlanmış. hal böyle olunca zaman zaman zoraki yazma çabası da olmuş olabilir. günümüzde yazarlar dergilere yazı yetiştirme derdine düştüklerinden dolayı yazı, diğer işlerin arasına sıkışabiliyor. bu durumda yazı zaman zaman vasatı geçemiyor. kitapta yer alan bazı öyküler bana bunu hissettirdi. tabii durum böyle olmayabilir. tamamen içinde bulundugumuz zamandan yapılmış bir çıkarım. 

08 Ekim, 2017

Stuart: A Life Backwards


benedict cumberbatch'in ve tom hardy'nin başrollerini oynadığı 2007, birleşik krallık yapımı bir televizyon filmi. alexander masters'ın romanından uyarlama. sokakta yaşayan bir adamın hikayesini kitaplaştıran bir yazarın hikayesi. böylece iki hikaye birden görmüş oluyoruz. film için hem yazarın hem de sokakta yaşayan adamın hikayesi desek doğru olur. stuart'ın başına gelenler üzücü olsa da bunların gerçekten yaşanmaş olması daha da üzücü. hoş, hikaye gerçek olmasa da birilerinin başına bunlar geliyor. hayatın gerçeği. 

evsiz bir insan görünce, insan merak ediyor. bir ailesi olmalı, bir geçmişi... kim bilir neler yaşadı? genelde de tatsız hikayeler oluyor. ama insanın hayatına dısarından gelen çomakların dısında aileden de çomak gelince asıl çekilmez olan bu oluyor galiba. hayatın sağa sola kaymaya basladıgı durumlarda, hele bu durum çocuk yaşta oluyorsa, ailenin tepkisi, davranışları çok önemli oluyor sanırım. fren mekanizması, dengeleyici unsur görevi görebiliyor aile. 

06 Ekim, 2017

It's a Free World...


hayatın acımasızlığını ve iyi kötü vicdan sahibi olan insanların da nasıl acımasız olabileceğini gösteren, harika bir ken loach filmi. en son i, daniel blake'i izlemiştim. ondan daha etkileyici film olabilirmiş aslında, konu itibariyle daha müsait. 

film, mültecilerin gelişmiş, özgür ülkelerde tutunma çabalarını anlatıyor. insana, insan olduğu için değer veriliyor denilen ülkelerde bile nasıl bir hiç olabileceğini yüze vuruluyor. kendi ülkelerinde öğretmen, hemşire gibi meslek sahibi olan insanların bir anda, konum değiştirmesiyle nasıl önemsiz, vasıfsız bir insana dönüştüklerini tanık oluyoruz.

bizim memlekette de başka ülkelere özlem duyan insanlar var. bu insanları elbette yadırgamıyorum, daha iyi bir hayat için çabalıyor herkes. filmde de ülkerinde eş, çocuk, aile bırakan insanların da yegane amacı daha iyi bir hayat yaşamak, bazılarının ise ölmemek... yalnız gidilen ülke ne kadar gelişmiş olursa olsun gerçekler can yakabiliyor. mülteci ya da kaçak olmanıza da gerek yok. tamamen legal yollarla gitseniz dahi bu gerçekler can sıkıcı olabiliyor. 

ne kadar alakalı olacak bilmiyorum ama konuyu avrupa'da yaşayan türklere bağlamak istiyorum. onlarla ilgili en büyük eleştiri, sosyal bir devlette yaşarken, türkiyede, ak parti gibi partilere oy vermeleri. almanyada solculara, türkiyede sağcılara oy veriyorlar en büyük eleştiri. cahillik, görgüsüzlük, kabalık peşi sıra geliyor. ancak onları, içinde bulundukları durumu ve geçmişi iyi anlamak gerekiyor. kimileri tabii bunu bahane olarak kabul etmiyor ama bana mantıklı geliyor. almanyaya ilk gidenler, türkiyede tutunamamış, geçim derdine düşmüş vasıfsız insanlar. bambaşka bir kültüre geri dönmek üzere gidiyorlar ama daha sonra dönemeyeceklerini fark ediyorlar ve ailelerini de yanlarına alıyorlar. problem şu, iletişim kurabilecekleri insan yok. radyo, televizyon olsa da anlamadıkları bir dilde, haliyle kendilerini geliştiremiyorlar. bunda tabii almanyanın içinde bulundugu siyasi durumunda illaki etkisi olabilmiştir ya da almanyanın misafir işçiler için gerekli hazırlıkları yapmaması da sebep olmuştr. anne, baba bu durumdayken; cahil kalmışken, onların çocuklarından da pek bir şey beklemek bana adil gelmiyor. ilk giden kuşağın, 60'lı, 70'li yıllarda doğan çocukları da kapalı bir ortamda büyümüşler. ikinci kuşaktan da bir şey beklemek adil değil. ikinci kuşağın çocukları; üçüncü kuşak; şu an 20'li, 30'lu yaşlardalar, onlar bir nebze kendilerini daha adapte olmuş hissediyor. aslında onlar bile tam adapte olmuş değiller. belki dördüncü, hatta beşinci kuşakta tam anlamıyla yaşadıklara kültüre adapte olmuş gurbetçiler görebileceğiz. çünkü başka bir ülkede tutunmaya çalışabilmek, kendisini geliştirmiş, eğitimli kişileri için bile zor olabiliyorken, hiçbir vasfı olmayan bir insan için çok çok daha zor olsa gerek. gurbetçiler, mülteci değildi. ama gittikleri ülkelerde de onlara iyi davrandıklarını söylemek doğru değil. bu yüzden kısa süreli tatillerde, değişim programlarıyla avrupa'da yaşayıp, oralarda uzun süreli yaşamaya öykünmek beklentileri karışalamayabilir. çünkü bazı insanlar, en özgür ülkelerde bile özgür olamayabiliyor.

04 Ekim, 2017

Frances Ha


daha önce izlemeye başlayıp bırakmıştım. bırakma sebebim de siyah beyaz olmasıydı. eski filmleri değil de yeni çekilen siyah beyaz filmleri pek sevmiyorum. bu yüzden başlar başlamaz kapatmıştım filmi. bu gece ne izlesem diye düşünürken aklıma düştü izleyeyim dedim. film, beraber üniversite okuyan iki arkadaşın, üniversite sonrası hikayesini anlatıyor. 

üniversite sonra düşülen boşluk zor. üniversite boyunca hala ergen bir ruh hali oluyor. anca üniversite sonrası yetişkenler dünyasında adım atıyorsunuz. para kazanmaya, düzen kurmaya, aile yapınıza göre onlardan gelecek olan istekler cevaplanmaya mecbur kalınıyor. bunları yapamazsanız ağır bir sorumluluğu yerine getiremediğiniz için bir sıkıntı haline girebiliyorsunuz. frances bu sıkıntıya girmiyor. aslında tam olarak girmiyor diyemeyiz. içinde bulunduğu durumun farkında olsa da hala motivasyonunda bir şey kaybetmeyip, hayatın onu süreklediği gibi değil de, hayat içerisinde kendisi olmak istiyor. yetişkinlerin dünyasında güçlü kalabilmek mesele. güçlüden de öte neşeli ve mutlu olabilmek daha büyük mesele. bu yüzden filmi siyah beyaz olmasına rağmen sevdim. frances gibi olmak isterdim. onun düştüğü durumdan ziyade o durumda onun gibi güçlü ve mutlu olabilmek isterdim. galiba esas mesele diplerde keyifli olabilmekte; olduğu kadar hayatın tadını çıkarmak gerekiyor. bunu yapabilmek çok zor, bu yüzden yapabilene büyük saygı duyuyorum. 

03 Ekim, 2017

Kuyucaklı Yusuf


sabahattin ali'nin ilk kitabı. daha önce kürk mantolu madonna'yı ve içimizdeki şeytan'ı okumuştum. ikisi arasında en çok hoşuma giden kürk mantolu madonna olmuştu. şimdi bu üçlü içerisinde de kuyucaklı yusuf oldu. her ne kadar eksik olmasına rağmen. kitap bitince bunun devam kitabı da olmalı diye düşündüm. çünkü kübra ile annesinin hikayesi eksik kalmıştı. onlar nereye gittiler? neden gittiler? ne yapıyorlar? bunları merak etmiştim. bir de yusuf'un evde yaptıklarından sonra köyde olup bitenleri merak ediyordum. 

kitapla ilgili internette bir şeyler okurken merak ettiğim soruların cevaplarını da buldum. aslında kitap, seri halinde olacakmış; üç kitap. maalesef sabahattin ali'nin yaşadıkları ve ölümü buna engel olmuş. her ne kadar kitabın yazılışı ile sabahattin ali'nin ölümü arasında epey yıl olsa da kendisi başka kitaplar yazmayı tercih etmiş. bu yüzden kübra'nın ve yusuf'un hikayesini hiçbir zaman bilemeyeceğiz. gerçi romanı okuken onların evlenmesi gerektiği çok belli oluyor. yusuf ve muazzez sanki mecburiyetten beraberdiler, kopamadıklar için. ayrı yapamaycakları için evlendiler. yusuf'un evden ayrı kaldıktan sonra muazzez'in içinde bulundugu duruma kızamayışı da bu yüzden. onu karısı olarak değil, korunacak birisi olarak görüyordu. eğer karısı olarak görse, her ne kadar muazzez'in yaşı küçük de olsa tepkisi farklı olurdu. oysa ona kızamadı bile, bir abinin kardeşine göstereceği tepkiyi gösterdi. muazzez'in yaşı küçükte ve ne yaptığını bilmiyordu ona sahip çıkmak gerekiyordu ve yusuf öyle de yaptı.

kitabın en sevdiğim bölümü, kaymakam öldükten sonra ikinci yarıda yusuf ve muazzez'in,  yaşadıkları oldu. aslında yusuf'un yaşadıkları demem doğru. kürk mantolu madonna'da da raif efendi'nin aile içerisindeki çaresizliği beni etkilemişti. yusuf'un da ailesini geçindirmye çalışması, didinmesi ama yine de yetirememesi beni çok etkiledi. herhalde kendimden de bir şeyler gördüğüm için fazla etkileyici olmuş olabilir. demek ki bazı hikayeleri yaşadıgımız hayata benzetince, o hikayenin karakterini ayrı benimsiyoruz.  

01 Ekim, 2017

Gebzespor 2-1 Kartal Bulvarspor


uzun bir aradan sonra gebzespor'la birlikte tribünlere dönüş yaptım. gebze, bal 11. grupta kartal bulvarspor'la evinden oynadı maçtan son dakikalarda attığı golle galip geldi. gebzespor, 3.ligden düştüğün beri her sene o sene, bu sene diyor ama bir türlü amatörden kurtulamıyor. gerçi bal gerçekten çok kötü bir organizasyon, şampiyon olmak playoffa götürüyor. bir de oralarla uğraşıyorsun. belalı bir lig. ilker çakır, kulübe başkan olup, eski borçları kapatmasına ve lig üzerinde kadro kurmasına rağmen o sene, bu sene olamadı. 

bu sene yebi başkanla ve her zamanki gibi sil baştan kadroyla gebze sezon iddialı girdi. geçtiğimiz hafta ligin açılış maçında maltespor'u deplasman 2-1 yendiler. bugün ise içeride kartal bulvarspor'u aynı skorla geçtiler ve sezon başında umudu verdiler. tribünler, maraton tarafı neredeyse tamamen doluydu, bunda maraton tribünün ücretsiz olmasının az da olsa payı olmuştur. gerçi ücretli olduğu zamanlarda da hedef maçlarda maraton neredeyse doluyor. gebzespor, taraftar desteğini arkasına alsa da ilk yarım saatte oyuna bir türlü giremedi. ilk yarının son 15 dakikasında baskı kurabilse de santrası yapılmayan golle 45 artıda golü buldu ve devreye 1-0 önde girdi. maçın ikinci yarısında gebzespor yine tutuk kaldı, konuk ekip sol kanadında birkaç pozisyon buldu ama kaleciyi geçemedi. uzaktan atılan bir şutta kaleci önde olmasına rağmen erken uyandı ve topu kornere çelebildi. geliyorum diyen nihayet gelebildi ve kartal bulvarspor, etkili olduğu sol kanattan golü buldu. kronikleşmiş gebzespor'un maçı koparamama sıkıntısı böylece yine gün yüzüne çıkmış oldu. bu dakikadan sonra gebzespor biraz kıpırdanmaya başladı. sol çaprazda ercan'ın bir şutunu kaleci kurtardı. maçın uzatma dakikalarında sağ köşede kullanılan korneri 31 numaralı oyuncu kafayla ağlara gönderdi ve maçı gebzespor 2-1 kazandı. maçın son dakikasında 2-1 öndeyken çıkan gereksiz kavgada oğuz başaran kırmızı kart gördü. geçen sezon ergene velimeşespor'da oynarken gebze tribünlerinden tepki alan oğuz'a, bugün maç sonunda başkan, oğuz'u buraya getir tezahüratları ise tribünlerin ne kadar değişiken olabileceğine gösterdi. tribün unutmaz ama affeder.

Nun va Goldoon


iran yapımı bir film. kısa süreli bir film izlemek isterken karşıma çıktı. kısadan da kısa diyebilirim çünkü film tam olarak 1 saat 18 dakika. bir dizi bölümünden biraz uzun. film, ingilizceye a moment of innocence, türkçeye ise ekmek ve çiçek ismiyle çevrilmiş.

iran filmlerini seviyorum. gerçi şu ana kadar izlediğim filmler çoğunlukla kült olmuş filmlerdi. genel olarak pek bilgi sahibi değilim. bu insanlar güzel hikayerle, güzel film yapıyorlar. iran övücüğülüğü hak edilmiş bir övücülük bana göre. bir dert anlatılıyor ve onu da gayet güzel yapıyorlar. her ne kadar bu övücülük karikatürize olmuş olsa da haklı bir övücülük.

ekmek ve çiçek, kendisine film çekileceğini söylenen eski bir polisin hikayesini anlatılıyor. film içinde film çekiliyor. başlangıçta neler olup bittiğini anlamasam da filmin sonunda net bir mesaj veriliyor. 

filmde şöyle güzel bir diyalog var. ekşi sözlükten kopyalıyorum

+ sevdiğin biri var mı?
- evet.
+ seni seviyor mu?
- evet. 
+ nereden biliyorsun?
- her seferinde okuması için ödünç verdiğim kitapları geri verirken içerisine çiçek koyuyor. 
+ hepsini okuyor mu?
- elbette okuyor.
+ sordun mu ona?
- önemli yerlerin altını çizdiğini görüyorum. 
+ o da insanlığı kurtarmak istiyor mu?
- evet. 
+ nereden biliyorsun?
+ altını çizdiği cümlelerden.