03 Ağustos, 2020

Sala samobójców. Hejter


2020 polonya menşeyi, netflix yapımı film. ingilizceye the hater olarak çevirisi yapılmış. tesadüfen netflix üzerinde denk geldim. konusu ilgimi çekince izlemek istedim. 

sınıfsal farklılıkların, kutuplaşmanın, sosyal medyada yer alana içeriklere kontrolsüzce kapılıp gitmenin nelere yol açabileceğini gösteriyor. 

tomasz, bir hukuk öğrencisi. kendisini ait gördüğü sınıfın küçük görülmesi, filmin henüz çok daha basında yemek yemesinin, konuşmasının küçümsenmesi onu içten içe toplumun elitlerine karşı dolduruyor. tabii bu aslında işin tuzu biberi... öncesinde sevdiği kız tarafından fark edilmemesi, okuldan kendince sebepsiz yere atılması tomasz'ın öfkesinin birikmesine sebep oluyor. son olarak burs aldığı elit aile tarafından aşağılanması, oraya ait görülmemesi öfkesinin patlamasına yol açıyor. 

son mahalli seçimlerde sosyal medyada birbirini karalayan partilere çok denk geldik. bunu kör göze parmak olanı ekrem imamoglu'na karsı yapılan saldırılardı. youtube reklamlarında, sosyal medyada sistematik olarak imamoglu kötülendi, yıpratılmaya çalışıldı. tomasz da girdiği pr ajansında benzer işe soyundu. rakip adayı kötüleyerek hatta toplumu kutuplaştırarak, toplumda infial yaratarak bir tarafı bezdirmeye uğraştı. ikiye bölünmüş, zıt taraflarda bulunun iki grup sosyal medya ajansları tarafından rahatlıkla piyon gibi hareket ettirilebiliyor. içinde yara olan insanların, yaraları kaşınarak onlardan nasıl bir canavar ortaya çıkabileceğini çok güzel anlatıyor film.

türkiyede de bazı partilerin trollük için ayrı birim kurduğunu, bunun için ek bütçe ayırdığını biliyoruz. yalan ve sistematik haberlere kitleleri rahatlıkla organize ettiklerine artık sürekli şahit oluyoruz. insan ister istemez filmdeki benzer hikayenin türkiyede de var olabileceğini düşünüyor. zemin olarak türkiye sosyal medya yönlendirilmelerine çok müsait. sabah, aksam sosyal medya ile yatıp kalkan, sosyal medyada gördüğü içeriğin doğruluğuna pek takılmayan insanlar bu işler için biçilmez kaftan.

film sürükleyici, derdini çok iyi anlatılabiliyor. süresi biraz uzun gibi dursa da sıkılmadan, rahatlıkla izlenebiliyor. elbette mantık hataları olabilecek yerleri yok değil. ancak filmin bütününe iyi bir film olduğunu rahatlıkla söylenebilir.

Güneşli Pazartesiler #12

18 Temmuz, 2020

Kapitalismus ist Haram

Uzak İhtimal


filmi çok daha önceden izleyecektim ama mahmut fazıl coskun'la ahmet hakan'ın kardes olduklarını öğrenince bir anda filmden de soğumustum. zira ahmet hakan fazlasıyla irrite edici bir insandı benim için. bu yüzden kardesinin yapmıs oldugu filme karsı da soğuklugum olusmustu. oysa nadir sarıbacak'ı izlemek istiyordum; o zamanlar olmamıstı. sonrası kendisi fetö pesine abd'ye gittiğini öğrendim. acaba ne yapıyor diye merak edip instagram'ına bakındım. bir fotoğrafta cansız mankenleri arabanın arkasına atmıs gidiyordu. sanırım iş kurmus, orada hayatını bu sekilde idame ettiriyor. daha fazka hayatıyla alakalı detaya ulasmak mümkün değildi. acayip hayatlar.

filmi mubi'de gördünce izlemek istemediğim dönem aklıma geldi. öncede daha anlayışsız, daha tahammülsüz bir insandım sanırım. tabii eskiden derken bahsettiğim zaman dilimi üniversite yılları... daha heyecanlı ve daha tahammülsüz. insanların yaptıklarını kendi nedenlerimle yargılayan ve onlara açık kapı bırakmayan biriydim. klasik üniversiteli gibi aslında. şu an daha düz yaşıyorum. kim ne yapıyorsa yapsın. ahmet hakan da...

film, istanbul'a tayin olan bir müezzinin kapı komususu hıristiyan bir kadına duydugu aşkı anlatıyor. sakin bir film. belki de gülen cemaatinin dinler arası diyalog faaliyetinin bir ürünüdür. orayı bilemiyoruz tabii. bu yüzden işin nadir sarıbacak ve fetö tarafını bir tarafa bırakıyorum.

yer yer klişeler olsa da hoş film. böyle sakin filmleri izlemeyi seviyorum. uzaktan baka baka sevmek, bunu hissettirmek hoş duygular. hem nadir sarıbacak hem de görkem yeltan güzel oynamıs. ikisi de girdikleri rollerin haklarını vermis. belki karakterlerde var olan utangaçlıklar olmasa biraz daha yakınlık kurulabilse, daha iyi olabilirmis ama filmin adı bile uzak ihitmal olunca böyle bir şeyin olması da zor olurdu. fotoğraf karesinde bile utana sıkıla yan yana gelen iki insanın hayatı; bambaşka, farklı dünyalar.

sevdiğim bir film oldu.

12 Temmuz, 2020

Ma vie en l'air


uykum kaçıtıgı için izleyecek basit bir film arıyordum. bu kadar keyif alacağımı bilsem daha önce izlemek isterdim. hiçbir beklenti olmamasına rağmen iyi çıkan. filmleri ayrı seviyorum. iddaa'dan ufak tefek bir şey kazanmak gibi; o an gereğinden fazla mutluluk veriyor.

filmde mario cotillard da var. harika kadın. filmde o kadar önplana çıkmıyor. film bir süreden sonra onun etrafında dönüyor olsa da çok fazla filmin içinde göremiyoruz. ama gördüğümüz kadarı da yetiyor.

yirmili yaşların sonunda, otuzlu yaşların basında insanın geçmişten sıyırlıp büyümesini anlatlıyor. insan kendisinden de bir şeyler bulabiliyor. her ne kadar insan geçmişini geride bırakmaya çalışsa da, önüne bakmayı düşünse de filmde alice'in dediği gibi ölüm döşeğinde insan gerçekten doğru insanla evlenip evlenmediğini anlar sanırım. o ana kadar doğru bildiğimiz yanlış, yanlış bildiğimiz doğru olabilir. işte bu yüzden aslında çok da fazla düşünmeye gerek yok gibi. zaten öleceğimiz bir anda öğreneceğimiz doğruyla hayat boyu yaşamak çok cazip bir yaşam değil.

arabada kapı açma testi, kobe ineği, neden tuvalatte bir şeyler okuruz filmden öğrendiğimiz gereksiz ama eğlenceli ayrıntılar. ford mustang şarkısını ilk kez duydum, çok güzeldi. senaryo zaman zaman daldan dala gibi olsa da çok güzel filmdi.

17 Mayıs, 2020

The Revenant


türkçesi diriliş. inarritu'nun 2016 yapımı oscar ödüllü filmi. izleyeli epey oldu ama hakkında pek bir şey yazmamısım. 

uzun süredir izlemek istediğim filmdi. 2016 yılına ait ve uzun süredir izlemek istediğim filmi birkaç ay önce izleyebildim. bu kadar zamandır merak ettiğim bir şeyi yapmama engel olan durum nedir hiç bilmiyorum.

leonardo dicaprio'nun şeytanın bacağını kırdıgı film; en iyi erkek ödülü oscar'ı dicaprio'ya gitmis. aklımda kalan bununla beraber filmde dicaprio'nun canlandırdıgı hugh grass karakterinin ölmemesi aklıma geliyor. karda kışta nehire giriyor, ıslak ıslak yola devam etmeler, ayıyla boğuşmalar, yaralanmalara rağmen hayatta kalmalar... kırık bacakla yola devam etmek gibi türlü türlü saçmalıklar var. açıkçası filmden geriye kalan bunlar oldu bir de muhtemeşem doğa. filmi izlerken üşüdüm. 

filmde muazzam görüntüler var, oyunculuklar da harika ama hikaye biraz problemli. en azında hikayeyi ele alış biçimi mi denir artık her neyse o problemli... izlediğimde bu kadar da olmamalı dediğim çok sahne oldu. bacagı kırıldı tamam bitti artık herhalde biri gelir kurtarır diye düşünürken hugh glass anlam veremediğim şekilde dağ tepe, su, buz demeden yoluna devam etti. bu da bendeki gerçekçilik hissini ortadan kaldırdı. bu yüzden vasat bir film oldugunu düşünüyorum. dicaprio ödülü hak etmiş tabii ama genel itibariyle abartılmış, vasat bir film oldugunu düşünüyorum. tom hardy bile geride kalmıs dicaprio'nun oyunculugunun yanında. öyle bir sırtlama söz konusu. dicaprio'nun oyunculugu olmasa vasatın da altında altında film olabilirmiş.

10 Mayıs, 2020

Into the Night


içinde türk karakter olan yabancı dizileri izlemeyi seviyorum. dizi konusunda yumusak karnım diyebilirim. dizinin hem süresi hem de bölüm sayısı makul ve dizide türk olması izlemek için sebep oldu. bir çırpıda izledim tüm bölümleri.

bir doğa olayı oluyor ve güneşin doğdudu yerde yaşam yok oluyor. bu bilgiye bir şekilde vakıf olan italyan nato subayı brüksel'de uçak kaçırıyor ve olaylar gelişiyor. fıkra gibi ortam var uçakta; arap, türk, leh, fransız, rus vs. gün doğumundan kaçmak için sürekli batıya gidiliyor. uçakta yer olan her yolcunun kendi içinde hikayesi var. her bölüm basında dizideki baskın karakterlerin hikayesiyle açılıyor. 

hakkında çok da fazla bir şey yazmaya gerek yok. geçen gün baktıgımda netflix top 10'a girmiş. herhalde dizideki ayaz karakteri yüzünden, kendini ezdirmeyen, güçlü, sorumluluk alan bir türk karakteri yaratılmıs. kendisine ve ülkesine karsı yapılan tahriklere karsılık veriyor ayaz. bu da türk izleyiciyi dizide tutan ayrıntı olmus.

uçakla ve uçuşla alakalı tüm teknik saçmalıkları bir kenara bırakıyorum. uçağın peşinden kosup uçağa iniş takımları içerisinden giren birinin olması gibi saçmalıklar var. bunları bir kenara koyarsak zaman su gibi akıp gidiyor diziyi izlerken. öyle hiç sıkılmadan vakit geçirmek için bire bir dizi olmus. 

03 Mayıs, 2020

Keine Revolution auf nüchternem Magen!


almanyada yaşayan türk kültürünü birçok kişinin aksine seviyorum. tabii buradaki birçok kişi aynı gemide olmayanlar ya da suyun öteki tarafında olanları kapsıyor. bu grup temelde almanyada yaşayan türkler orada sol partileri türkiyede iktidarı ya da sağ partileri destekliyor diyerek, almanyada yaşayan türklere karşı anti tutum benimsiyor. bir zamanlar sanırım böyle düşünüyordum. elbette çok su aktı geçti, benim de fikirlerim değişti. birkaç kez burada da yazmıştım.

almanyada türkiyeye özlem duyan gurbetçilerin birçoğunun sosyalleşme yerleri camiiler. sadece ibadet amaçlı değil, dernek işleri için de kullanılır. camii derneğinin kahvehanesinde oturup muhabbet edilebilir, ülke gündemi yorumlanabilir, süper lig izlenebilir, ekseriyetle silex'te yapılmış lahmacun bulunabilir. zaman zaman özel günlerde kermes işleri olur. görseldeki kadın gibi doya doya türk yemekleri yiyebilirsiniz. fotoğrafı görünce camiilerde yapılan kermesler aklıma geldi.

fotoğrafı twitter'da gördüm. kadın kimdir, nedir bilmiyorum. küçük çaplı araştırmayla fotoğrafın dört yıl önce berlin'de 1 mayıs kutlamalarında çekildiğini buldum. sanırım 1 mayıs fırsat bilinip bir vakıf ya da dernek için evlerde yapılan hamurişleri satılıyor. 

görselde boş mideyle devrim olmaz yazıyor. boş mideyle herhangi bir şeyin olacağını zannetmiyorum ve sloganı sonuna kadar destekliyorum.

02 Mayıs, 2020

Cinayet Süsü


ölüm dünya'dan dolayı beklenti oluşmuştu. malum ortama düşünce de sabah oturdum izledim. yer yer sıkıldım yer yer kah güldüm. beğendim mi? ölüm dünya kadar begendiğim söylenemez. kıstas o olunca biraz beklentinin altında kalıyor. ama kendi çapında iyi film. belki idare eder de denebilir.

absürt işler gerçeklikten kopunca film ya da dizi beni biraz sıkıyor. belli bir gerçekliğin içinde absürt işleri seviyorum. bu olay gerçekten günlük hayatta da olabilir demek istiyorum. tabii belki böyle olunca iş absürt olmaktan çıkıyordur. bilemiyorum. filmi izlerken yer yer bu hisse çok kapıldım. örneğin düğün konvoyunun ekibin peşine takılması gibi. 

filmi izledikten sonra yine eksi sözlük'te insanlar neler anlatmas, neleri linç etmis, hangi konularda birbirine girmis diyerek merak ettim. bayagı zıt kutuplarda bulunuyor insanlar. gri alan yok; beğenenler ve beğenmeyenler var. bu da haliyle sözlük içerisinde laf savaşına dövüşmüş. nesini begenmediniz be kardeşim! recep ivedik izleyenler bunu begenmez gibi abidik laflar edilmiş. recep ivek 1 bayagı beğendiğim filmdi bu arada... eğer ölümlü dünya olmasaydı cinayet süsü bu kadar siyah, beyaz etkisi yaratmayabilirdi. insanların bu celalinin, kavgasının ilk filmin seviyesinin yüksek olmasından kaynaklandıgını düşünüyorum. 

senaryo, yönetmen pek anlamıyorum bu işlerden. oturmuş katilin yakalanmasını beklerken ortaya bambaşka bir mesele çıkmasına şaşırdım. bu durumdan bayagı hoşlandım. memleketin pis bir gerçeğini böyle komedi filmiyle çat diye yüze vurulmasını beklemiyordum. fikir olarak harika. sadece bundan dolayı bile film artı değer biniyor. 

sıkıldıgım bir nokta karakterler oldu. özellikle dizdar ve salih karakterleri bu iki oyuncunun üzerine yapışmış gibi. karakterlerin orijinalliği yok. nasıl anlatsam tam bilemedim. mesela ali atay, leyla ile mecnun sonrası oynadıgı işlerde hep mecnun gibi geliyor bana. aynısı feyyaz yiğit'te ve cengiz bozkurt'ta var. diğer işlerinde de hep böyleymiş gibiler.

film iyidir, hoştur. gayet güzel 2 saat izleniyor. yer yer sıksa da genel olarak idare eder bir filmdi.

01 Mayıs, 2020

Ben Ölecek Adam Değilim


sanırım şiir sevmiyorum. sevmek için kendimi zorladığım oldu. ama olmuyor. tabii zaman zaman karşıma bazı şiirler çıkmıyor değil. o zaman işte şiiri sevdiğimi düşünüyorum. 

ben ölecek adam değilim

kapımı çalıp durma ölüm,
açmam;
ben ölecek adam değilim.

alıştım bir kere gökyüzüne;
bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar.
sıkılırım,
kuşlar cıvıldamasa dallarında,
yemişlerine doymadığım ağaçların,
yağmur mu yağıyor,
güneş mi var,
fark etmeliyim
baktığım pencereden.
deniz görünmeli çıksam balkona.
tamamlamalı manzarayı
karlı dağlarla sürülmüş tarlalar.
ekmekten olamam doğrusu,
nimet bildiğim;
sudan geçemem,
tuzludur teneffüs ettiğim hava.
ya nasıl dururum olduğum yerde,
öyle upuzun yatmış,
iki elim yanıma getirilmiş,
hareketsiz,
sükûta râmolmuş;
sanki devrilmiş bir heykel?

ellerim ne der sonra bana?
soğumuş kalbime ne cevap veririm?
utanmaz mıyım ayaklarımdan?

kalkmalıyım,
dolaşmalıyım,
sokaklarda, parklarda.
el sallamalıyım
giden trenlere,
kalkan vapurlara.
bilmeliyim,
gölgelerin boyundan,
saatin kaç olduğunu...
islık çalmalıyım.
türkü söylemeliyim
yol boyunca,
keyfimden ya hüznümden.
geçmiş günleri hatırlamalıyım,
dalıp dalıp akarsuya,
hayaller kurmalıyım,
güzel geleceğe dair.
yanımdan geçenler olmalı,
selâm almalıyım;
robenson'u düşünmeliyim,
garipliğini:
şükretmeliyim
insanlar arasında olduğuma.
nedir ki eninde sonunda ölüm?
ayrı düşmek değil mi aşinalardan?

kapımı çalıp durma ölüm,
açmam;
ben ölecek adam değilim.

09 Nisan, 2020

Karantina Golleri


videoyu twitter'da gördüm. sean o'hanlon paylaşmış. eski bir futbolcu; hibernian, everton gibi kulüpler oynamıs. karantina günlerinde bazı tarihe geçen golleri oğluyla beraber günümüzde yaşatmıslar. muazzam iş olmus. insan tabii görünce bazı duyguları depresiyor, özeniyor ama özensek bile su kurguyu yapabilecek ortam yok. bu da bizi gerçeklerle yüzleştiriyor.

Cast Away


başrolde tom hanks oynuyor. film, 2000 yapımı hayatta kalma temalı... seviyorum bu tip konuları. uyku öncesi güzel gidiyor. uyku bastırsa bile filmden dolayı dağılabiliyor uyku. 

filmin ilk 15-20 dakikası epey sıktı beni. konusunu bildiğimden dolayı sabrettim biraz daha sonra malum olayı yaşandı zaten. yalnız ilk 15-20 dakikasında gürültü patırtı, yüksek tondan konusmalar epey kulak tırmaladı. bu tür sahneler beni bayagı rahatsız ediyor. neyse ki çabuk bitti. 

tabii böyle hayatta kalma mücadeleleri bana bayagı ütopik gelir. hemen kendimi filmdeki karakteri yerine koyarım. bir yerim yaralansa kesin mikrop kapar, iltihap olur, yiyecek bulamam, el becerisinden sınıfta kalırım vs gibi düşünceler kafamda dolanır durur. ama diğer taraftan düşününce yapacak bir şey yok, hayatta kalmak zorundasın ve bu yüzden daha önce günlük hayatında beceremediklerini yapmak zorundasın. 

filmdeki ürün yerleştirmeler bayagı kör göze parmak seklinde. markalara ve abd filmlerinden alıskın oldugumuz için çok fazla göz kanatmıyor ama benzer işler türk yapımlarında oldugunda rahatsız edici olabiliyor. tabii su ana kadar cast away'de oldugu gibi reklam hiçbir türk filminde görmedim. cem yılmaz benzer işlere giriştiğinde bile küçük de olsa eleştiri almıstı. okudugum bazı yorumlarda da; türk izleyiciler tarafından yapılan yorumlarda bu reklamların begenilmediğini gördüm. açıkçası çok takıldıgım mevzu değil.

yer yer sıkıcı buldugum kısımlar olsa da seviğim film oldu. tom hanks'in oyunculugu muazzamdı. spoiler olabilir, ateş yaktıgı sahnede kendi kendine bağırışı, sevinci filmin en etkliyeci sahneseydi. 

07 Nisan, 2020

Güneşli Pazartesiler #10


her ne kadar salı olsa da bugünü pazartesi günü kabul edelim. yaz gelse de şu ortamda ne fayda.

05 Nisan, 2020

Unorthodox


mini dizi olması hasebiyle ilgimi çekti. twitter'da birkaç iyi yorum okuyunca bir çırpıda diziyi izledim. dizinin büyük bir bölümünün almanya'da geçmesi daha da dizinin içine çekti beni. alman yapımı ya da almanya'da geçen işleri seviyorum. 

dizi deborah feldman'ı kitabından uyarlama. gerçek bir hikayeye dayanıyor denilebilir. birebir gerçek olmasa bile böyle hikayelerin varlıgına şahit oluyoruz. yahudiliği çıkar, islam'ı ya da herhangi bir ülkeyi, milliyeti koy... hikaye değişmez. bu hikayeler hep var ve kötüsü hep var olmaya devam edecek.

açıkçası diziyi izlemeden önce hasidik yahudiliği bilmiyordum, yahudilik hakkında da çok bilgim yoktu. bildiklerim daha çok kulaktan dolma bilgiler ya da sağda solda izlediğim dizilerden, filmlerden kaynaklıydı. dizide anlatılan cemaatler hakkında hiçbir fikrim yok. bu tür cemaatlerin yobazlık kıyası yapılmaksızın islam'da da var.

insanın bir alana sıkışması, bir kabuktan çıkmaya çalısması çok zor. orada sıkısıp kaldıgının farkına varması bile acı veriyorken oradan çıkmaya çalısmak daha da acı verici oluyor. yaşadıgınız çevreyi reddetmek, toplumu reddetmek, en önemlisi kendinizi reddetmek kolay kolay her insanın yapabildiği bir şey dğeil. esty de kendisinin farkına varıp hem kendisini hem de yaşadıgı çevreyi, toplumu, kültürü reddedenlerden. yakov da aslında kendi durumunun farkında ama kendisine itiraf edemiyor. moische de durumunun farkında, kendini istediği hayata o cemaat içinde adapte edebilmiş. esty ise kendi kimliğini reddediyor. kendini bulmak, yaşamak istediği hayatı seçiyor. bu yola girebilmek cesaret işi... dizide yakov üzerinden özellikle o kabugu kırabilmenin ne kadar zor oldugunu görebiliyoruz. bu yüzden esty gibi olanlara olan saygı daha da artıyor.


çok sevdiğim dizi oldu. belki birkaç bölüm daha uzun olabilirdi. esty'nin almanya'ya gidişi oradaki hayata adapte olması çok hızlıydı. hayatında mahallesi dısına çıkmamıs, toplumdan bu kadar kopuk bir insanın bu kadar kolay uyum sağlaması kolay olmamalı. mini dizi olması sebebiyle belki buralar hızlı geçilmiş olabilir. bunun dısında genel olarak iyi diziydi.

04 Nisan, 2020

7. Koğuştaki Mucize


bu aralar netflix'teki popüler içerikleri tüketmeye devam ediyorum. sinema salonlarında uzun süre afişlerini görmüştüm ama artık sinema kültürüm olmadıgı için malum ortamlara düşmesini bekliyorum filmin. netflix, mubi, torrent, hdfilmcennneti ya da cehennemi fark etmiyor; buralardan film izlemek artık daha cazip geliyor. 

filme tekrar dönecek olursak. karantina günlerinde filmi fransızlar tekrar gündeme getirdi. onların salya sümük vaziyetleri beni de harekete geçirdi daha da merak ettim filmi. filmden beklediğimi çok da bulamadım.

aras bulut iynemli mükemmel performans göstermiş. filmin her sahnesine aynı tempoda o role girebilmek ciddi meziyet istiyordur. burada çok fazla oyunculuk, kamera, yönetmen vs hakkında bir şey yazmıyorum çünkü çok çok çok kötü olmadıkça bu işlerin kalitesini değerlendirebilecek kapasitede değilim. aras bulut iynemli özelinde konusacak olursam ortada mükemmel bir oyunculuk var. 

kore filminden uyarlama bir filmmi. burayı pas geçiyorum. o filmi izlemedim. 

genel olarak suyu çıkarılmıs filmin. şunu da katalım bu da olsun diyerek izleyici duygusallıga asırı itilmis. en normal, makul sahnelerde bile zorlama duygusallık var. bu da en azından bende ters etki yaptı. bazı sahneler hariç dümdüz duygdurumla izledim filmi.

politik eleştiriler de yapılıyor. özellikle askerin kötü gösterildiğine dair. "adam yarbay, allah yani" nidası filmde geçen en mantıklı cümle olabilir. zamanının jandarma uzman çavuşu olan dedem bile bulundugu bölgelerde borusunu en yüksek sesle öttürmüş. haliyle jandarma yarbay'ın öttürebileceği boruyu düşünemiyorum. burası spoiler olacak, değil akli dengesi yerinde olmayan bir adamı idam ettirmek, akli dengesi yerinde olmayan koyunu, kuzuyu bile ipe astırır. bu konuda yapılan eleştirileri yersiz buluyorum.

toparlayacak olursam filmin süresi gereğinden fazla uzun, gereğinden fazla duygu sömürüsü var. filmde birçok şey gereğinden fazla bulunuyor. 

The Platform


film birçok mecrada karşıma çıkıyordu. twitter'da yapılan esprileri açıklamak için yazılanlardan bile espriyi anlayamıyordum. son olarak the platforum'u izleme gereksiz diyen bir arkadasıma kayıtsız kalamadım ve bu sabah filmi izledim. 

özellikle dört beş aydır sabah erken kalkıp film izlemek alışkanlık oldu. hafta sonu bile sabah erken kalkıyorum. işten sirayet eden güzel alışkanlık oldu. zamanı daha iyi yönetebiliyorum, yapacak daha çok şey buluyorum. 

2019 ispanya, netflix yapımı film, hakkında çok fazla bir şey yazmak istemiyorum çünkü izlerken epey sıkıldım. okudugum yorumlarda don kişot, isa alt metinli eleştiriler vardı. don kişot göndermeleri kısmen yerinde ve mantıklı olsa da filmde bu kadar abatılı alt metinler oldugunu düşünmüyorum. film vermek istediği mesajı kör göze parmak veriyor. zaten sorun da burada. 

bu tip mesajlar yerine gidiyor mu emin değilim. netflix gibi bir platformda, tüketim için var olan bir yerde insanların doyumsuzlugunu anlatmak bir kulaktan giriyor diğerinden çıkıyor. filmin verdiği mesajın bir etkisi yok. 

filmin süresi 90 dakika olsa da uzun. yer yer gereksiz tekrarlar epey bunalttı beni. bir buçuk saatlik filmi izlerken zorlandım. film, kısa film olsa yeriymiş.

29 Mart, 2020

The English Game


ingiliz dönem dizisi. futbolun amatör ve profesyonelleşme sürecini anlatıyor. diziyi izledikten sonra okudugum yorumlarda dizideki bazı karakterlerin farklı dönemlerde yaşadıgı ve dolayısıyla bazı olayların da dizide anlatıldıgı gibi olmadıgı belirtilmiş. dizi gerçekte olan bir olayı anlattıgı için gerçeklikten bu kadar kopuş dizinin izlenebilirliğini etkileyebilir. bende böyle bir durum olmadı zira diziyi izlemeden önce böyle biri durumdan haberdar değildim. böyle bir gerçektelikten kopuk durumunu bilseydim bile çok fazla etkileneceğimi düşünmüyorum. 

ingiltere futbolun beşiği... futbol kurallı bir oyun olmadan önce rugby tadında bir oyun. oyuna sahip çıkıp, belirli kurallar üzerinden oynanmasını sağlayan zenginler olunca 19. yy'da futbolda zenginlerin oyunu haline geliyor. hatta öylesine bir sahip çıkış ki ingiltere'de federasyon görevlileri aynı zamanda bir kulübün oyuncuları ve varlıklı insanlar. tabii bu varlık sahibi olma durumunun futbolla alakası yok. çünkü o dönemlerde futboldan para kazanmak oyunun ruhuna aykırı bir durum. zenginlik futbol dısından yapılan işten geliyor; pamuk tüccarlıgı, tekstil fabrikaları, bankerlik... oyuna kural getiren zenginler oyunun kendilerinin dışına çıkmasına istemiyor. oyunun ayaktakımı olan işçilerin eline geçmesinden endişe duyuyorlar ve bu konuda da gerekli ne varsa yapmaktan çekinmiyorlar. 

futbol 19. yy'da her ne kadar zenginlerin tekelinde gibi gözükse de oynanabilirliğinin kolay olmasının etkisiyle fabrika işçileri arasında hızla yayılıyor. dönemin turnuvası olan fa cup'a her sene birçok farklı işçi takımı basvuruda bulunuyor, turnuvada mücadele ediyor. bu takımların kupada görebildiği yer ise maksimum çeyrek final oluyor. çeyrek final sornasına işçi takımlarının gücü yetmiyor. 

darwen kulübü zenginlerin hegemonyasını kırmak için öncü oluyor. farbrikatör ve aynı zamanda darwen kulübü başkanı iskoçya'dan iki önemli oyuncu getiriyor. fergus sutter ve jimmy love. iki oyuncu o dönem için para karsılıgı oynayan ilk oyuncular. futbolun profesyonelleşme adımları... fergus sutter yeni takımda aldıgı rolle hem oyununun oynanışını hem de darwen sonrası blackburn'e giderek oyuna bakışı değiştiriyor. bu oyunun artık zenginlerin oyunu olmadıgını, işçilerin de söz sahibi olmasını sağlıyor. 

işçi takımı blackburn'in kupayı kazanması sansasyonel bir olay. işçi takımının çeyrek final sonrasını görmesi bile  mucizeyken kupa kazanması ütopik bir durum. bu olayların üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçse de oyunun zenginlerin tekelinde oldugu gerçeği değişmiyor. kulüplerin ekonomisi arasında daglar kadar fark var. bugünün en büyük kupası olan şampiyonlar ligi'ni düşününce çeyrek final sonrasında alt seviyeden bir takım görmek mucize. oyun tamamen zengilerin tekeline dönüşmüş durumda. işin çok daha kötüsü stadyumda bu oyunu takip etmek için üst ve orta gelir grubunda olmak gerekiyor. alt gelir grubunda olan insanların tribünde maç seyretme şansı pek yok. oysa geçmişe doğru gittiğimizde en azından bu oyunu stadyumda seyredebilmek lüks değildi.

diziye tekrar dönersek ve toparlarsak genel olarak begendiğim dizi oldu. sadece futbol sahnelerinde oyuncuların performanslarının yeterli oldugunu düşünmüyorum. oyununun oynanıs biçimi o dönemler bir topun pesine takılıp gitmek seklinde olsa da oyunculuklar daha iyi olabilirdi.

28 Mart, 2020

Keteke


hakkında bir şey bilmeden seyrettiğim film oldu. ilgimi çekmesinin en büyük sebebi gana yapımı olmasaydı. filmin bir buçuk saatlik süresi de makul olunca oturdum izledim. tabii ilk oturuşta izleyemedim zira bayagı sıkıldım. filmi ikinci izleyişte bitirebildim.

hatalı bir tercih oldu bu filmi izlemek. gana'da 80'li yıllarda bir çift bebeklerinin doğumu için trenle hastaneye gitmek isterler ama bir türlü treni yakalayamazlar. kaçırırlar. trene binebilmek için istasyon istasyon gezerler. neden bunu yaptılar hiçbir fikrim yok. sanırım tren her istasyonda durmuyor ve bu yüzden şanslarını baska istasyolara giderek deniyorlar. neticede o tren bir türlü gelmiyor ve çiftin basına başlarına manasız, anlamadıgım saçmalıklar geliyor.

sevmediğim bir film oldugu için çok fazl uzatmak istemiyorum ama boi'un deri ceketine ve gömleğine bir laf etmek istiyorum. daha dogrusu onu öyle giydiren her kimse ona etmek istiyorum. afrika'da sıcakta o ceketi ve gömleği giymenin manası neydi gerçekten? filmde her karakter tişört, şort, atlet takılıyorken, boi deri ceketle, uzun kollu gömlekle tüm film boyunca koştu, yürüdü, yeri geldi karısını kucağında taşıdı. izlerken beni ter bastı... 

film kötüydü. izlemesem de olurmus. 

22 Mart, 2020

Buoyancy


film türkçeye batmadan olarak çevirilmiş. yönetmeni rodd rathjen. 2019 avustralya yapımı... oyuncuları zannediyorum tamamen amatör. türkiyede bazı festivallerde gösterilmiş ama bana mubi'de izlemek nasip oldu. onda da 2 günle kurtardım. daha sonra oradan da kalkıyor.

bu tip hikayeleri seviyorum. hayatında köşesinden bir derdi anlatıyor. kambaçya'da ailesiyle birlikte yaşayan chakra yaşadıgı hayatın yetersizliğine dayanamaz ve bangkok'ta iş bulmak amacıyla evini terk eder. kaçakçılarla anlasır, illegal yollardan geçiş yapmaya çalısır. tayland açıklarında köpek maması için denizde avcılık yapan bir kaptana satılır. hiç beklemediği bir hayatın içinde kendisini bulur. olayı ilk başta idrak edemese de daha sonra nasıl bir durumun içinde düştüğünün farkına varır. köle olarak gemide çalışmaya başlar chakra. hiçbir şekilde karayla irtibatı yoktur. tüm hayatı gemide çalışarak ve bir kap pirinç yemekle geçer. tabii spoiler olacak ama daha sonra orada da canına tak eder; kendince yaptıgı planla geminin kontrolünü alır ve özgürlüğüne kavusur. 

hayat bazı noktalarda zor. böyle bir kölelik durumunun oldugunu bilmiyordum. filmle birlikte öğrenmis oldum. yine köpek maması üretiminin arkaplanında bu kadar acımasız, sert hayatların olabileceğini tahmin etmezdim. insana hayatı sorgulatan bir baska film daha. dünyanın birçok yerinde birçok farklı dert var. özellikle modern dünyada hala birçok probleme çözüm bulunabilmiş değil. sanırım bu filmde anlatılan denizcilik köleleği küçük bir kısımdan ibaret. daha bunun gibi ne problemler, ne insanlık dısı hikayeler, olaylar var bilemiyorum. ancak iyi ki bunları dert eden sanatçılar var. işleri haber vermek olmasa da sayelerinde öğreniyoruz. tabii öğrenip ne yapıyoruz, hiçbir şey. ne yapabilirim? hiçbir şey. kuru bilinçten baska bir sey değil yaşadıgım. umarım bu tip işlerin dünyada yarattıgı bir sarsıntı oluyordur. uluslararası kuruluşular, dernekler, örgütler filmde yaşanılan olayların üzerine gidiliyordur. 

oyucular amatöre olsa da işlerini güzel yapmıslar. gayet güzel, sessiz sakin derdini anlatan film. 

Virüs


fotoğraf çekya'dan. prag metrosunda martin divisek tarafından çekilmiş. post apocalyptic dönemler.

21 Mart, 2020

Ultras


filmi dün tesadüfen twitter'da fark ettim. netflix'e düşeli sanırım birkaç gün oldu ya da olmadı. üniversite zamanları ilgimi çeken konulardı futbol ve tribün kültürü. biraz o zamanın heyecanlıyla bu sabah izledim filmi. 

film bir tür belgesel film ya da belgesel değil. filmde ultras kültürü napoli taraftarı üzerinden anlatıyor. tam olarak futbol ya da tribün filmi olarak düşünmemek gerekiyor. bayagı hayatın içinden bir film. ekşi'ye birkaç cümleyle belirttiğimi buraya da aktarayım. hayatın içinden film çünkü tribün yapan insanların hikayelerinie dokunuyor. bir yanda annesine kızan, abisinin intikamını almak isteyen heyecanlı yirmili yaşlarının başında bir taraftar. diğer tarafta da artık ununu eleğini asmaya başlayan, elli yaşına gelmiş annesinin dizinin dibinde eline pansuman yaptıran bir ultras. bir zamanlar ellili yaşlarda olan insan da tribün için belki ailesini, annesini, sevdiklerini karşısına aldı. çünkü tribün böyle bir şey. özellikle yirmili yaşların basındaysanız size mantıkla hareket etme imkanı vermiyor ve bunun aldıgınız eğitimle hiçbir ilgisi bulunmuyor. tamamen taraf olmanın içgüdüsüyle hareket ediliyor. 

tribünde yaşanan eski kuşakla yeni kuşağın çatışması; grup içinde gruplaşmalar, kavgalar... bunlar yakından tanık oldugumuz konular ve filmde de sadece rakip takıma duyulan nefret üzerinden gidilmemiş. buralara da ağırlıklı dem vurulmus. 

zaman zaman tribün olayları oldugunda insanlar bu olayların eğitimsiz kişiler tarafından yapıldıgını düşünür. türkiyeye karşı anlamsız önyargıları olan insanlar da bunun türk insanı olmasına bağlar. oysa tribünde biraz vakit geçirmiş insan yaşanan olayların ve durumun hiçbir şekilde eğitimle, kültür seviyesiyle ya da türk olmakla alakalı olmadıgını bilir. tribüne çıkınca başkalaşım geçiren iyi eğitimli, kültürlü insanlar oluyor. bu tür aşırılıklar neyle açıklanır onu da bilmiyorum ancak kesinlikle eğitimle, kültürle, herhangi bir millete ait olmakla açıklanamayacağını düşünüyorum. 

tekrar filme dönecek olursa. mükemmel değil, kötü değil. vasatın biraz üstünde bir film oldugunu düşünüyorum. yer yer kopuk senaryo ve kurgular biraz filmin akıcılıgını bozmus. italyan insanının rahatlıgını, keyif insanlıgına özenmemek elde değil. tabii son yaşanan virüs olayından sonra bu kadar da rahat olunmaz ama demeden de insan duramıyor. 

01 Mart, 2020

Atiye


bir türlü dahil olamadım dizinin içine. sürükleyici tarafı var, izleyip bitirdim ama genel olarak çok da olumlu konusamam. karakterler bana çok uzak geldi. atiye, ozan, cansu, erhan vs. tüm karakterler bana uzak geldi, herhangi bir bağ kuramadım. dizinin sürükleyici tarafı olmasa izlemeyi bırakırdım. 

dizinin tek olumlu tarafı göbeklitepe'ye karsı ilgimin olusması. internette birkaç okuma yaptıktan sonra kitap almaya karar verdim ama kitabın da baskısı tükenmis. klaus schmidt'in göbeklitepe kitabını su anda kitapçılarda ya da online olarak bulmak mümkün değil. sadece nadir kitap'ta bulunuyor, orada da kitaplar fahiş fiyatta. bu yüzden almadım ve pdf üzerinden okumaya çalısıyorum.

diziye tekrar dönersek; göbeklitepe'ye dikkat çekmesi açısından güzel ama karakterler ve oyunculuklar daha iyi olabilirdi. ancak yabancı izleyiciler için bunun sorun olacağını düşünmüyorum. fazla türk olmayan karakterler vardı. bu da beni biraz sıktı. izleyeli epey zaman geçtiği içi ayrıntılar pek aklımda kalmamıs ancak izlerken bu neden böyle, saçma olmus gibi düşüncelere çok sık girmiştim. genel olarak konuşacak olursam vasat bir diziydi.

İşe Yarar Bir Şey


vizyona girdiği dönem filmi izlemek istemiştim ama o zaman fırsatım olmamıstı. daha sonra internete düşmesini bekledim ve bir türlü izleyemedim. dün izlemek için bir şeyler ararken yine karşıma çıktı. oturup izledim. filmin yönetmeni pelin esmer. senaryoda barış bıçakçı ve pelin esmer bulunuyor ve haliyle ortaya böylesine şiir gibi film çıkıyor.

şiir pek bana hitap eden bir edebiyat türü değil. birkaç şiir dışında genel olarak şiir ilgimi çekmiyor. kendimi şiir sevmek için zorladım; okudum, sevmeye çalıştım ama olmuyor. ancak bu şiir gibi filmi çok sevdim. leyla'nın hayatı çözmüş ruh hali, tren nostaljisi, pencereden dısarı bakınca kapılan düşünceler insana kendisini filme çok yakın hissettiriyor. leyla, pencereden dısarıya bakınca gördüğü insanların hakkındaki düşüncesi neyse ben de o an orada olsam onu hissederdim ve düşünürdüm. o düşünce, his adı konulamayan şey izleyeyice o kadar iyi yansıyor ki; sanki o trenin bir vagonunda seyahat ediyormus hissi uyandırıyor. 

aradan geçen yıllar sonra arkadaslarla bulusup yenilen yemekler... kendimi bu kadar uzak hissettiğim ortam olamaz. genellikle giderim ama bir o kadar da sıkılırım. gitmesem kendimi o kadar yasanmıslıga ayıp etmiş hissederim ama gidince aradan geçen yılların insanların nereye götürdüğünü görünce sıkılır, ortamda kendi halimde olurum. ortamda hadi leyla'dan bir şiir dinleyelim densizliğine benzer çıkış yapan bir yersiz arkadas mutlaka olur. kaçınılmaz. filmde, o masada leyla'nın hislerini çok iyi anladım.

şiir sevmeyen bünyeme şiir gibi film iyi geldi. çok sevdim. sakin, dingin filmleri seviyorum. bir de yol filmi olunca ayrı sevdim.