13 Mart, 2018

Airplane!


komedi filmleri listesi gördüğüm zaman airplane'i mutlaka görüyordum. uzun zamandır listemdeydi. geçenlerde izledim. kült bir film. 1980 yapımı. uçak yolculuğunu konu ediyor; yolculuk başlar ve birtakım komik hadiseler cereyan eder. tabii bu hadiseler epey absürt. üzerine epey film izlememe rağmen film hakkında buraya hiç not düşmedim. çünkü sevemedim. insan böyle kült filmleri sevmeyince de kendisini sorunlu gibi hissediyor. bakıyorum herkes sevmiş, olumlu yorumlar yapılmış ama bende hiçbir şey yok. yer elması yemişsin gibi... olmayınca olmuyor bazen. daha önce lotr serisini sevmediğimi yazmıştım. bu da zaman zaman arkadaş ortamında epey yadırganıyor. hele hele geek bir ortamsa bayağı kınama durumu bile oluşuyor. bu kınamalarda haklılık payı oldugunu düşünüyorum. çünkü bazı şeyler kişilerin zevklerinden bağımsız güzel... renklerin ve zevklerin tartışmaya açık olduğunu düşünüyorum. geçenlerde vedat milor ekşi sözlük'te yazarların sorularını cevapladı. milor, dini inancıyla alakalı bir soruya, 'yalnız yakın arkadaşlarım ve eşimle bu konu hakkında konusurum, babannemden kalma bir öğüt olarak tanımadıgım kişilerle bu tip konuları tartışmam' cevabını verdi. aynen bu cümleler olmasa bile benzerdi. haklıydı. din, iman tartışmaya açık konular değil. yakın arkadaş çevresinde konusulur. her ortamda olmaz. siyaset için zaten birbirimizi üzmüyoruz. ee geriye ne kaldı? zevkler ve renkler. bu yüzden zevkler ve renkler pekala tartışmaya açık konulardır. bir insan mantı sevmediğini dile getirdiği zaman onunla tartışmak isterim. inerim küçüklüğüne, sebebini ararım. belki de küçükken ekşi yoğurt yedi ve ondan dolayı mantı sevmiyor. tekrar filme bağlayayım. ben bu filmi sevmedim ama genel olarak herkes sevmiş. o yüzden bazı laflar hak ediyorum sanırım. lotr için de aynısı geçerli olabilir. sevmediğim için hazırlanan lafları yiyebilirim. aynı zamanda mantı sevmeyenler için de laflar hazırlayabilirim.

10 Mart, 2018

Piano Piano Bacaksız


1940'lı yıllar türkiyesini anlatan 1992 yapımı bir film. yönetmeni tunç başaran. kemal demirel'in evimiz insanları kitabından uyarlama. oyuncu kadrosu epey tanıdık olsa da en dikkat çekici oyunculuk küçük kemal'i oynayan emin sivas'ın. herhalde şu ana kadar en iyi çocuk oyuncu performansını bu filmde izledim. daha önce umuda yolculuk filminde de oynamış. orada hiç dikkatimi çekmemişti. bu arada umuda yolculuk izlediğim en iyi filmlerden bir tanesi. yabancı dalda oscar ödülü almışlığı var. belki film, konusundan dolayı ayrımcılığa kurban gitmiş olabilir. tabii bu tamamen benim sallamam. normalde böylesine başarılı filmin daha çok bilinmesi gerekir ama kıyıda köşede kalmış gibi. niyet okumayı bir tarafa bırakırsam esas sebebi isviçre yapımı olması da olabilir. her ne kadar oyuncular türk olsa da ve hikaye bir türk ailesi üzerinden gitse de, film türk yapımı değil, isviçre yapımı. yönetmeni xavier koller, o da isviçreli. dolayısıyla ödülü türkiye değil, isviçre almış oluyor. bundan dolayı türkiye'de pek hakkı verilmemiş olabilir. ama filmin hikayesindeki gerçeklik memleketin gerçeği, ondan dolayı filme karşı uzak durulmuş olabilir; özellikle yapım ve gösterim zamanında...
piano piano italyanca bir ikileme. yavaş yavaş demek. filmi izleyince neden bu isim oldugu idrak ediliyor. film, bir konakta yaşayan insanları konu ediyor. her oda bir aileye ayrılmış. fakirlik. cumhuriyet, geçen 17 yıla rağmen hala emekliyor. hitler'in manyak planları, türkiye'nin savaşa her an girecekmiş gibi hazırlığından dolayı oluşan korkuyla ve yoksullukla yaşamak. yontulan ahlak kuralları, yontulmasa paparaya olan mahkumiyet. çıplak ayaklı çocuklar ve her şeye rağmen var olan saf mutluluk. filmden bir şey anladıysam o da insanların geleceğe olan umudu. çünkü filmi izlerken tamamen yoksulluk görülüyor. o yoksulluğa rağmen kimse isyan etmiyor. hatta filmin özeti olabilecek bir sahne var. kemal'in ayakları çıplak. pazarda çizme görüyor. en büyük hayali çizme sahibi olabilmek. çizmelere bakarak iç sesi konuşuyor: "benim olmasalar bile çizmeler vardılar ya, bir gün benim de olabilir demekti bu." şu cümle tüm filmi anlatıyor. ailelerin hiçbir şey yok, sadece umutları var. esaretin bedeli filminde de andy dufresne, red'e bir mektup yazar. red, duvar dibinde o mektubu okur. orada şu satırlar geçer: "unutma red, umut iyi bir şeydir, belki de en iyi şeydir ve iyi bir şey de asla ölmez." piano piano bacaksız'da da umut var. onca yoksulluğa rağmen umut var. çünkü umudun içinde hayat var. sahip olunacak mutluluk var. mutlu olmasak bile hayatta mutluluk var ve onlara ulaşmak için hayaller var. bu yüzden film bu kadar güzel, insana kendini iyi hissettiriyor.

09 Mart, 2018

La casa de papel


kayıtsız kalamadım ve izlemeye başladım. üçüncü bölümde diziyle alakalı bazı sıkıntılar oluşmaya başladı. dördüncü bölümü izlerken internet bağlantısında bir sorun oldu ve bölüm yarım kaldı. şu anda da daha fazla izlememe kararı aldım. izlememe sebebim de tam olarak şu, kardeşim şu aşk denilen naneyi her yere sokmak zorunda değilsiniz yahu. soygun yapıyorsunuz. aslında yapılan şey soygundan da öte, anormal bir şey. bunun için plana aylarca çalışıyorsunuz. darphane soyuyorsunuz, darphane... daha fazlasını yazmayayım spoiler olmasın ama bir aşk... her şeyi mahvetme noktasına getiriyor. izlediğim yere kadar durum böyle. devamında neler oluyor bilmiyorum. şu an hala içerideler. ama bunlar nası fevri davranışlar. tokyo'nun gaza gelmeleri, profesöre atarlanmaları. ne yapıyorsunuz kardeşim siz? aşk, sevgi güzel şeyler bunlar. herkes aşık olsun, sevsin, sevilsin, sevişsin ama bir soygunu yapın, işinizi görün sonra ne iş görüyorsanız görün. dışarıda bütün ispanya sizi konuşuyor, sizin aklınız hala nerede. seksle sorunu da olmayan milletsiniz ama anlamıyorum ki nasıl ateşli ruh hali bu. dizinin gidişatını tahmin edebiliyorum. dördüncü bölümün yarısını izledim. bu dizi buradan toparlanmaz. dram dozajı yükselecek muhtemelen. yeni aşklar doğacak. sevişmeler, seksler... böyle sürer gider. bu yüzden diziden tek beklentim umarım ifşacı çocuk ölür.

08 Mart, 2018

Icarus


icarus'u bir spor vlogunda duydum, izleme listesine attım. oscar ödüllerinde en iyi belgesel ödülü alınca bir an önce izlemek istedim. doping nasıl yapılır? yakalanmadan doping testlerinden nasıl geçilir? bu soruların cevaplarını bulabiliyoruz. bundan sonrası epey spoiler dolu.

icarus'un yönetmeni bryan fogel amatör bisikletçi. fransa'da amatör bisikletçilerin katıldıgı yarışmaya katılıyor. yanlış hatırlamıyorsam 12. oluyor. yarışmayı ilk sırada bitirenlerin farklı seviyede olduklarını görüyor. çalışarak oralarda bulunmanın zorluğundan bahsediyor ve sonraki sene doping yapmaya karar veriyor. bunun için iletişime geçtiği birisi ki; doping konusunda uzman ve her sporcunun doping yaptıgını iddia ediyor; fogel'a, grigory rodchenkov'un kendisine yardım edeceğini söylüyor. rodchenkov, dünya anti doping ajansı moskova sorumlusu. önemli bir isim. belgesel neredeyse onun üzerinden ilerliyor çünkü kendisi, doping yapan rus atletlerin doping testlerinin negatif çıkmasını sağlayan kişi. doping yapanları yakalamakla görevli bir numaralı isim, sporcuların testlerinin negatif çıkmasını sağlıyor. bu sayede rus sporcular, soçi'de, doping yaparak neredeyse 30 madalya almış.

belgeselin ilk yarısında fogel, rodchenkov gözetiminde sistematik şekilde performans artırıcı ilaç ve iğne alıyor. rodchenkov aynı zamanda fogel'ın testlerinin negatif çıkmasını da sağlıyor. fogel her ne kadar doping yaparak sonraki sene yarışsa da bisikletindeki problemden ötürü kötü derece elde ediyor. burada benim için önemli nokta var. fogel, doping yapmanın şampiyon olma garantisi olamayacağı minvalinde bir şey söylüyor. şampiyon sporcu olmak başlı başına meziyet işi. doping yapmak 12. adam motivasyonu gibi; eğer o saf yetenek yoksa, sporcu istediği kadar doping yapsın şampiyon olma ihtimali de yok.

belgeselin ikinci yarısı biraz farklı ve bazı insanlar tarafından en çok eleştirilen kısım. çekimler sırasında  rusya'nın doping olayı patlıyor ve belgeselin hikayesi farklı bir yere evriliyor. çünkü ortaya çıkan skandal sonucunda fogel'a doping konusunda yardımcı olan rodchenkov'a büyük suçlar atılıyor. belgesel bu yönde ilerliyor. rusya'nın, soçi kış olimpiyatlarında devlet destekli, organize şekilde doping yaptıgı ortaya çıkıyor. rusya'nın olimpiyatlara ev sahipliği yapması, milliyetçi duyguları kabartıyor. devlet politkası olarak maksimum madalya hedefleniyor ve bunun için illegal yollara girmekten geri kalmıyorlar. rodchenkov da sporcuların idrar numunelerini rus istihbarat görevlileri yardımıyla değiştirerek testleri negatif çıkarıyor. tabii bu suçlamalar rus hükümeti tarafından yalanlanıyor. rodchenkov abd'ye kaçıyor. yaptıklarını itiraf ediyor. rusya, rodchenkov'a ağır ithamlarda bulunsa da rodchenkov, direkt olarak spor bakanı yardımcısına bağlı oldugunu, onun da spor bakanına bağlı oldugunu söylüyor. spor bakanı da doğal olarak putin'e bağlı. tabii putin ve rus bakanlar bunları yalanlıyor. rodchenkov'un varlıklarına ve ailesinin pasaportlarına el konuyor. rodchenkov abd'de tanık koruma programına giriyor ve kimsenin bilmediği bir hayat yaşamaya başlıyor.

icarus'un oscar alması da ayrı olay. eleştirilere gelince, bazı kişiler söz konusu ülke rusya olmasa bu belgeselin ödül alamayacağını söylüyor. haliyle ödülün politik oldugunu dile getiriyorlar. haklılık payı olabilir. son yıllarda oscar ödüllerinde politik davranıldıgı hep söyleniyor. hatta bu sene de hangi manayla ödül verildiğini anlamadıgım del toro'nun da, trump'ın meksikalılar hakkında söylemlerinden dolayı ödül aldıgı dile getiriliyor. mantıklı zira the shape of water'dan daha iyi filmler vardı. ödül almasının arkasında başka bir sebep olmalıydı. icarus için de benzer söylemler var. ama her şeye rağmen iyi belgesel. özellikle, dopingin nasıl yapıldığı kısım beni çok içine çekti. ilerleyen zamanlarda daha da çok izlenmesiyle epey tartışma yaratacak potansiyele sahip.

06 Mart, 2018

Palto


akakiy akakiyeviç, kendi halinde düşük dereceli bir memur; gogol, onun içinde bulunduğu hayatı tüm çıplaklığı ile anlatıyor. 1842 tarihinde ilk kez yayımlanmış. o tarihte yazılan kitaptaki toplum sorunlarının şu zamanda hala var olması sıkıntılı bir durum. akakiyeviç, paltosunun bulunması için yüksek dereceli bir memurdan yardım istediği kısımda aklıma nedense dilek özçelik geldi. akakiyeviç, yardım istediğinde küçümseniyor, haddini bilmediği için azarlanıyor. kendisine bunun yol yordamı olduğu söyleniyor. kitabın yayımlanmasının üzerinden 171 yıl sonra türkiye'de bir bakan, kendisinden hak isteyen bir insanın cebine para sıkıştırdı. benzer çarpık sorunlar. makam, mevki, protokol... seviyoruz bu işleri. oysa değerli olan, ünvandan öte emek. yana yana öğretmen olmak isteyen feride'yi bürokrasiyle uğraştıran zihniyet de aynı. akakiyeviç'in yediği azarı, feride'nin de başka bir memlekette yemişliği var. onların romanlarda yediği azarı günümüzde hala yiyenler var.

kimilerinin dünyanın en iyisi olarak gördüğü dostoyevski, hepimiz gogol'un palto'sundan çıktık diyor. biz de o palto'yu bir solukta okuyoruz. modern hayat yıpratsa da inanılmaz güzellikleri var. bazen insanlar keşke şu zamanda diliminde yaşasam diyebiliyor. yanlış zamanda doğduğunu düşünüyor. sanırım ben tam olarak ait olmak istediğim zamandayım. şu an iyiyim. arabalar uçmasa da olur, uçak biletleri biraz daha ucuzlasın gayet iyiyim böyle veya ryanir türkiye pazarına girsin. o da uyar. geçmişte yaşamak istediğim bir an da yok. binlerce yıl öncesinin kemiğinden zürriyet bulunuyor. bilim şu an için beni tatmin ediyor. belki çocuk olmak isterdim bir daha. o da bu yaşlarıma geldiğim zaman hayatta farklı bir şey olacağını düşünmemden kaynaklı, o zamanki hayallerimin güzelliğinden dolayı. şu anda hayallerim var ama sanırım o zaman kurduğum hayallerin güzelliği şu anki hiçbir hayalimde yok. o zamanki hayallerim büyümekle alakalıydı. otuz yaşına gelecektim. neler olacaktı acaba... bahsettiğim hayaller evlenmek, iş sahibi olmak gibi şeyler değil. daha soyut, ütopik şeyler. şirinler köyünde yaşamak veya tsubasa ile aynı takımda oynamak gibi...imkanım olsa o sarı pipiye söyler miydim acaba otuz yaşının hiçbir esprisi yok diye. sadece o yaşta seni ilgilendirmeyen meseleler artık seni ilgilendiriyor. hepsi bu, al sana büyümek. hayat güzel olsa da çok sert ve seni sindire sindire büyütüyor, fark etmiyorsun bile. neyse zaten daha otuz yaşına gelmedim. belki bir şeyler olur. kim bilir. bir de her zaman diliminde sorun var. toplum, devlet, millet kavramları olmadıgı zamanlar da aslanı, kaplanı dert. doğanın koynundasın, o da bir sorun. o yüzden içinde bulunduğum zaman dilimi beni ziyadesiyle tatmin ediyor.

05 Mart, 2018

The Shape of Water


sabah kalkınca oscar ödülleri kimlere gitmiş bir bakayım dedim. sonra en iyi film ödülünü the shape of water'ın aldığını gördüm. filmi izledim. izlediğim filmleri de buraya not düşüyorum. aklımda kalanları, aklıma getirdiklerini yazıyorum. bu film hakkında hiçbir şey yazmadım çünkü boş bir film olarak gördüm. herhangi bir şey yazmaya gerek duymadım. bir canavar var, haşlama yumurta yiyor. bir kadının yalnızlığı, canavarın hapis hayatına olan üzüntü... bunlar nasıl hikayeler? oscar'a aday olduğu haberini gördüm, mümkün değil dedim ama filme bir de ödül vermişler. yazık. mesela coco'yu da sevmemiştim ama o tamamen benimle alakalı bir durum. genel olarak animasyon sevmiyorum. yoksa iyi film. o da en iyi animasyon ödülü almış. helal olsun, sonuna kadar hak etmiş ama the shape of water'ın en iyi film ödülünü almasının altında gizli güçler var herhalde. başka bir açıklama bulamıyorum. en iyi film ödülüyle birlikte en iyi yönetmen ödülünü de bu filmi çeken del toro'ya vermişler. eyyamcı akademi.