29 Mart, 2020

The English Game


ingiliz dönem dizisi. futbolun amatör ve profesyonelleşme sürecini anlatıyor. diziyi izledikten sonra okudugum yorumlarda dizideki bazı karakterlerin farklı dönemlerde yaşadıgı ve dolayısıyla bazı olayların da dizide anlatıldıgı gibi olmadıgı belirtilmiş. dizi gerçekte olan bir olayı anlattıgı için gerçeklikten bu kadar kopuş dizinin izlenebilirliğini etkileyebilir. bende böyle bir durum olmadı zira diziyi izlemeden önce böyle biri durumdan haberdar değildim. böyle bir gerçektelikten kopuk durumunu bilseydim bile çok fazla etkileneceğimi düşünmüyorum. 

ingiltere futbolun beşiği... futbol kurallı bir oyun olmadan önce rugby tadında bir oyun. oyuna sahip çıkıp, belirli kurallar üzerinden oynanmasını sağlayan zenginler olunca 19. yy'da futbolda zenginlerin oyunu haline geliyor. hatta öylesine bir sahip çıkış ki ingiltere'de federasyon görevlileri aynı zamanda bir kulübün oyuncuları ve varlıklı insanlar. tabii bu varlık sahibi olma durumunun futbolla alakası yok. çünkü o dönemlerde futboldan para kazanmak oyunun ruhuna aykırı bir durum. zenginlik futbol dısından yapılan işten geliyor; pamuk tüccarlıgı, tekstil fabrikaları, bankerlik... oyuna kural getiren zenginler oyunun kendilerinin dışına çıkmasına istemiyor. oyunun ayaktakımı olan işçilerin eline geçmesinden endişe duyuyorlar ve bu konuda da gerekli ne varsa yapmaktan çekinmiyorlar. 

futbol 19. yy'da her ne kadar zenginlerin tekelinde gibi gözükse de oynanabilirliğinin kolay olmasının etkisiyle fabrika işçileri arasında hızla yayılıyor. dönemin turnuvası olan fa cup'a her sene birçok farklı işçi takımı basvuruda bulunuyor, turnuvada mücadele ediyor. bu takımların kupada görebildiği yer ise maksimum çeyrek final oluyor. çeyrek final sornasına işçi takımlarının gücü yetmiyor. 

darwen kulübü zenginlerin hegemonyasını kırmak için öncü oluyor. farbrikatör ve aynı zamanda darwen kulübü başkanı iskoçya'dan iki önemli oyuncu getiriyor. fergus sutter ve jimmy love. iki oyuncu o dönem için para karsılıgı oynayan ilk oyuncular. futbolun profesyonelleşme adımları... fergus sutter yeni takımda aldıgı rolle hem oyununun oynanışını hem de darwen sonrası blackburn'e giderek oyuna bakışı değiştiriyor. bu oyunun artık zenginlerin oyunu olmadıgını, işçilerin de söz sahibi olmasını sağlıyor. 

işçi takımı blackburn'in kupayı kazanması sansasyonel bir olay. işçi takımının çeyrek final sonrasını görmesi bile  mucizeyken kupa kazanması ütopik bir durum. bu olayların üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçse de oyunun zenginlerin tekelinde oldugu gerçeği değişmiyor. kulüplerin ekonomisi arasında daglar kadar fark var. bugünün en büyük kupası olan şampiyonlar ligi'ni düşününce çeyrek final sonrasında alt seviyeden bir takım görmek mucize. oyun tamamen zengilerin tekeline dönüşmüş durumda. işin çok daha kötüsü stadyumda bu oyunu takip etmek için üst ve orta gelir grubunda olmak gerekiyor. alt gelir grubunda olan insanların tribünde maç seyretme şansı pek yok. oysa geçmişe doğru gittiğimizde en azından bu oyunu stadyumda seyredebilmek lüks değildi.

diziye tekrar dönersek ve toparlarsak genel olarak begendiğim dizi oldu. sadece futbol sahnelerinde oyuncuların performanslarının yeterli oldugunu düşünmüyorum. oyununun oynanıs biçimi o dönemler bir topun pesine takılıp gitmek seklinde olsa da oyunculuklar daha iyi olabilirdi.

28 Mart, 2020

Keteke


hakkında bir şey bilmeden seyrettiğim film oldu. ilgimi çekmesinin en büyük sebebi gana yapımı olmasaydı. filmin bir buçuk saatlik süresi de makul olunca oturdum izledim. tabii ilk oturuşta izleyemedim zira bayagı sıkıldım. filmi ikinci izleyişte bitirebildim.

hatalı bir tercih oldu bu filmi izlemek. gana'da 80'li yıllarda bir çift bebeklerinin doğumu için trenle hastaneye gitmek isterler ama bir türlü treni yakalayamazlar. kaçırırlar. trene binebilmek için istasyon istasyon gezerler. neden bunu yaptılar hiçbir fikrim yok. sanırım tren her istasyonda durmuyor ve bu yüzden şanslarını baska istasyolara giderek deniyorlar. neticede o tren bir türlü gelmiyor ve çiftin basına başlarına manasız, anlamadıgım saçmalıklar geliyor.

sevmediğim bir film oldugu için çok fazl uzatmak istemiyorum ama boi'un deri ceketine ve gömleğine bir laf etmek istiyorum. daha dogrusu onu öyle giydiren her kimse ona etmek istiyorum. afrika'da sıcakta o ceketi ve gömleği giymenin manası neydi gerçekten? filmde her karakter tişört, şort, atlet takılıyorken, boi deri ceketle, uzun kollu gömlekle tüm film boyunca koştu, yürüdü, yeri geldi karısını kucağında taşıdı. izlerken beni ter bastı... 

film kötüydü. izlemesem de olurmus. 

22 Mart, 2020

Buoyancy


film türkçeye batmadan olarak çevirilmiş. yönetmeni rodd rathjen. 2019 avustralya yapımı... oyuncuları zannediyorum tamamen amatör. türkiyede bazı festivallerde gösterilmiş ama bana mubi'de izlemek nasip oldu. onda da 2 günle kurtardım. daha sonra oradan da kalkıyor.

bu tip hikayeleri seviyorum. hayatında köşesinden bir derdi anlatıyor. kambaçya'da ailesiyle birlikte yaşayan chakra yaşadıgı hayatın yetersizliğine dayanamaz ve bangkok'ta iş bulmak amacıyla evini terk eder. kaçakçılarla anlasır, illegal yollardan geçiş yapmaya çalısır. tayland açıklarında köpek maması için denizde avcılık yapan bir kaptana satılır. hiç beklemediği bir hayatın içinde kendisini bulur. olayı ilk başta idrak edemese de daha sonra nasıl bir durumun içinde düştüğünün farkına varır. köle olarak gemide çalışmaya başlar chakra. hiçbir şekilde karayla irtibatı yoktur. tüm hayatı gemide çalışarak ve bir kap pirinç yemekle geçer. tabii spoiler olacak ama daha sonra orada da canına tak eder; kendince yaptıgı planla geminin kontrolünü alır ve özgürlüğüne kavusur. 

hayat bazı noktalarda zor. böyle bir kölelik durumunun oldugunu bilmiyordum. filmle birlikte öğrenmis oldum. yine köpek maması üretiminin arkaplanında bu kadar acımasız, sert hayatların olabileceğini tahmin etmezdim. insana hayatı sorgulatan bir baska film daha. dünyanın birçok yerinde birçok farklı dert var. özellikle modern dünyada hala birçok probleme çözüm bulunabilmiş değil. sanırım bu filmde anlatılan denizcilik köleleği küçük bir kısımdan ibaret. daha bunun gibi ne problemler, ne insanlık dısı hikayeler, olaylar var bilemiyorum. ancak iyi ki bunları dert eden sanatçılar var. işleri haber vermek olmasa da sayelerinde öğreniyoruz. tabii öğrenip ne yapıyoruz, hiçbir şey. ne yapabilirim? hiçbir şey. kuru bilinçten baska bir sey değil yaşadıgım. umarım bu tip işlerin dünyada yarattıgı bir sarsıntı oluyordur. uluslararası kuruluşular, dernekler, örgütler filmde yaşanılan olayların üzerine gidiliyordur. 

oyucular amatöre olsa da işlerini güzel yapmıslar. gayet güzel, sessiz sakin derdini anlatan film. 

Virüs


fotoğraf çekya'dan. prag metrosunda martin divisek tarafından çekilmiş. post apocalyptic dönemler.

21 Mart, 2020

Ultras


filmi dün tesadüfen twitter'da fark ettim. netflix'e düşeli sanırım birkaç gün oldu ya da olmadı. üniversite zamanları ilgimi çeken konulardı futbol ve tribün kültürü. biraz o zamanın heyecanlıyla bu sabah izledim filmi. 

film bir tür belgesel film ya da belgesel değil. filmde ultras kültürü napoli taraftarı üzerinden anlatıyor. tam olarak futbol ya da tribün filmi olarak düşünmemek gerekiyor. bayagı hayatın içinden bir film. ekşi'ye birkaç cümleyle belirttiğimi buraya da aktarayım. hayatın içinden film çünkü tribün yapan insanların hikayelerinie dokunuyor. bir yanda annesine kızan, abisinin intikamını almak isteyen heyecanlı yirmili yaşlarının başında bir taraftar. diğer tarafta da artık ununu eleğini asmaya başlayan, elli yaşına gelmiş annesinin dizinin dibinde eline pansuman yaptıran bir ultras. bir zamanlar ellili yaşlarda olan insan da tribün için belki ailesini, annesini, sevdiklerini karşısına aldı. çünkü tribün böyle bir şey. özellikle yirmili yaşların basındaysanız size mantıkla hareket etme imkanı vermiyor ve bunun aldıgınız eğitimle hiçbir ilgisi bulunmuyor. tamamen taraf olmanın içgüdüsüyle hareket ediliyor. 

tribünde yaşanan eski kuşakla yeni kuşağın çatışması; grup içinde gruplaşmalar, kavgalar... bunlar yakından tanık oldugumuz konular ve filmde de sadece rakip takıma duyulan nefret üzerinden gidilmemiş. buralara da ağırlıklı dem vurulmus. 

zaman zaman tribün olayları oldugunda insanlar bu olayların eğitimsiz kişiler tarafından yapıldıgını düşünür. türkiyeye karşı anlamsız önyargıları olan insanlar da bunun türk insanı olmasına bağlar. oysa tribünde biraz vakit geçirmiş insan yaşanan olayların ve durumun hiçbir şekilde eğitimle, kültür seviyesiyle ya da türk olmakla alakalı olmadıgını bilir. tribüne çıkınca başkalaşım geçiren iyi eğitimli, kültürlü insanlar oluyor. bu tür aşırılıklar neyle açıklanır onu da bilmiyorum ancak kesinlikle eğitimle, kültürle, herhangi bir millete ait olmakla açıklanamayacağını düşünüyorum. 

tekrar filme dönecek olursa. mükemmel değil, kötü değil. vasatın biraz üstünde bir film oldugunu düşünüyorum. yer yer kopuk senaryo ve kurgular biraz filmin akıcılıgını bozmus. italyan insanının rahatlıgını, keyif insanlıgına özenmemek elde değil. tabii son yaşanan virüs olayından sonra bu kadar da rahat olunmaz ama demeden de insan duramıyor. 

01 Mart, 2020

Atiye


bir türlü dahil olamadım dizinin içine. sürükleyici tarafı var, izleyip bitirdim ama genel olarak çok da olumlu konusamam. karakterler bana çok uzak geldi. atiye, ozan, cansu, erhan vs. tüm karakterler bana uzak geldi, herhangi bir bağ kuramadım. dizinin sürükleyici tarafı olmasa izlemeyi bırakırdım. 

dizinin tek olumlu tarafı göbeklitepe'ye karsı ilgimin olusması. internette birkaç okuma yaptıktan sonra kitap almaya karar verdim ama kitabın da baskısı tükenmis. klaus schmidt'in göbeklitepe kitabını su anda kitapçılarda ya da online olarak bulmak mümkün değil. sadece nadir kitap'ta bulunuyor, orada da kitaplar fahiş fiyatta. bu yüzden almadım ve pdf üzerinden okumaya çalısıyorum.

diziye tekrar dönersek; göbeklitepe'ye dikkat çekmesi açısından güzel ama karakterler ve oyunculuklar daha iyi olabilirdi. ancak yabancı izleyiciler için bunun sorun olacağını düşünmüyorum. fazla türk olmayan karakterler vardı. bu da beni biraz sıktı. izleyeli epey zaman geçtiği içi ayrıntılar pek aklımda kalmamıs ancak izlerken bu neden böyle, saçma olmus gibi düşüncelere çok sık girmiştim. genel olarak konuşacak olursam vasat bir diziydi.

İşe Yarar Bir Şey


vizyona girdiği dönem filmi izlemek istemiştim ama o zaman fırsatım olmamıstı. daha sonra internete düşmesini bekledim ve bir türlü izleyemedim. dün izlemek için bir şeyler ararken yine karşıma çıktı. oturup izledim. filmin yönetmeni pelin esmer. senaryoda barış bıçakçı ve pelin esmer bulunuyor ve haliyle ortaya böylesine şiir gibi film çıkıyor.

şiir pek bana hitap eden bir edebiyat türü değil. birkaç şiir dışında genel olarak şiir ilgimi çekmiyor. kendimi şiir sevmek için zorladım; okudum, sevmeye çalıştım ama olmuyor. ancak bu şiir gibi filmi çok sevdim. leyla'nın hayatı çözmüş ruh hali, tren nostaljisi, pencereden dısarı bakınca kapılan düşünceler insana kendisini filme çok yakın hissettiriyor. leyla, pencereden dısarıya bakınca gördüğü insanların hakkındaki düşüncesi neyse ben de o an orada olsam onu hissederdim ve düşünürdüm. o düşünce, his adı konulamayan şey izleyeyice o kadar iyi yansıyor ki; sanki o trenin bir vagonunda seyahat ediyormus hissi uyandırıyor. 

aradan geçen yıllar sonra arkadaslarla bulusup yenilen yemekler... kendimi bu kadar uzak hissettiğim ortam olamaz. genellikle giderim ama bir o kadar da sıkılırım. gitmesem kendimi o kadar yasanmıslıga ayıp etmiş hissederim ama gidince aradan geçen yılların insanların nereye götürdüğünü görünce sıkılır, ortamda kendi halimde olurum. ortamda hadi leyla'dan bir şiir dinleyelim densizliğine benzer çıkış yapan bir yersiz arkadas mutlaka olur. kaçınılmaz. filmde, o masada leyla'nın hislerini çok iyi anladım.

şiir sevmeyen bünyeme şiir gibi film iyi geldi. çok sevdim. sakin, dingin filmleri seviyorum. bir de yol filmi olunca ayrı sevdim.